Sabahın aydınlığı henüz değmemişken yeryüzüne, birazdan yokolacak sabah karanlığında yol alıyoruz ailecek. Tekirdağ Malkara arasındaki yola ulaşınca, usul usul, nazlı nazlı ortalığı aydınlatan güneşi görüveriyoruz. Kilometrelerce önümüzde uzanan doğa ve toprağa hayran kalıyorum. Her cm2 nin emekle işlendiği bu yolu seyretmek müthiş zevk veriyor insana. Kırmızının, sarının ve yeşilin sarmaş dolaş olduğu büyülü yolda kilometrelerin nasıl tükendiğini anlamıyoruz. Tekirdağ’daki Şar pastanesinde yapılan kahvaltının ardından ilk durağımız Gelibolu oluyor. Çok şirin bir kasaba. Denizin kollarında öylece sessizce salınıyor. Yıllar önce Lise 1 de gittiğim zamanlardan aklımda hiçbir şeyin kalmadığını farkediyorum. Anılarım zamana yenik düşmüş, farkına varmadan. Bu seferkini unutmamak için ayarlıyorum gözbebeklerimi.
Bu gördüklerim hiç unutulmasın istiyorum.
Bayraklı Baba Türbesi:
Gelibolu’ya girer girmez soruyorum, “bu bayraklı baba türbesi nerede” diye. Tarif üzerine elimizle koymuş gibi buluyoruz. Türbe deyince aklıma daha türbe türü bir yapı geliyor. Çanakkale boğazının rüzgarına takılmış salınan, yüzlerce kan kırmızısı bayrağı görünce insan çok etkileniyor. Görenin aklından bir daha silinmeyecek bir kırmızılık var ortalıkta. Hele benim gibi bir kadın için bu etkileşim kaçınılmaz oluyor. Zaten ben bu Çanakkale gezisini, inanılmaz bir duygu yoğunluğu ile geçiriyorum. Her gittiğim yer beni derinden etkiliyor. Gözlerim dolu dolu geziyorum her yanı.
Asıl adı Karacabey olan ve deniz savaşlarında şehit düşen bir bayraktarın mezarıymış burası. Canı pahasına taşıdığı bayrağını düşmana teslim etmemek için, parçalayıp yuttuğu rivayet ediliyor. Ölümü sırasında da bayrağın daima asılı kalmasını vasiyet ediyor. Munise teyzenin bakıcılığını yaptığı bu türbe öyle şahane bir manzara ile süslü ki, takılıp kalıyorsunuz ufka doğru. Ben dileklerimi diliyor ve bir Türk bayrağını asıyorum yüzlerce bayrağın arasına. Dileğim olunca tekrar gelmek üzere söz veriyorum kendime.
Bayraklı Baba Türbesinden, adaklarımızı adamanın verdiği o entresan iç huzuru ile dönerken, Gelibolu’nun içindeki Piri Resi Müzesine uğruyoruz. Alnında para yapışık olan Bizanslı genç kızın kafatası, muhtelif kandiller, pek çok döneme ait demir paralar, Saruca Paşa tarafından yaptırılan beyaz kuzu derisinden sol çizme teki, gözyaşı kabı, paslanmış tabancalar, Gadana nalı, ütü, traş makinası, paslı ve delinmiş asker mataraları, onlarca anfora, mühürler ve yüzüklerle dolu müzeyi geziyoruz hiç konuşmadan. Girişteki dilek havuzuna yolladığım 250 binlik paramı seyrediyorum uzun uzun. Suya düşerken bıraktığı kıpırtılar dinene dek göz kulak oluyorum ona. Sonra Milli Park’a doğru heyecanla yol alıyoruz. Eceabat yolunda devam ederken ansızın gördüğümüz Milli Park yazısı ile hep birlikte “işte burdan döneceğiz” diye bağrışıyoruz. İlk ulaştığımız yer Kabatepe’deki Tanıtım Merkezi ve Müzesi oluyor. Müzeyi gezerken bir yandan da not alıyorum. Elimde bir bloknot ve arada ucu içine kaçan bir kalem, yazıyorum durmaksızın.
Baba-oğulu aynı siperde seyrediyorum siyah beyaz eski bir fotoğrafta. Ne kadar da huzurla gülümsemişler. Baba biraz endişeli bakarken, oğul gençliğin verdiği aldırmazlıkla daha huzurla gülmüş objektife. Babanın içtiği cigaranın dumanı oğulun yanaklarını okşayıp, kayboluyor siperin üzerinde. Green Park dedikleri boş alanda kriket oynayarak ülkelerine olan özlemlerini unutmaya çalışan, ingiliz askerlerine bakıyorum usulca. Sanki sesleri geliyor kulaklarıma. Sonra bir Anzak askerinin, bir Türk askerine uzattığı suyun berraklığı ile gözlerim kamaşıyor. Suyun beni nasıl bu kadar etkilediğini düşünürken, aslında gözlerimin dolduğunu ayrımsıyorum.
Bir an, kısa bir an bir resmin önünde takılıp kalıyorum öylece. Arkamdaki insanlar yığılmış beni bekliyorlar sabırla. Kımıldamadan bakışıyoruz uzun uzun. Sanki tanışıyormuşuz gibi. 1894 Gelibolu-Kavak doğumlu, Recep Alan bu kişi. Conkbayırında savaşırken gözünden yaralanıyor ve mermilerle çenesi parçalanıyor. Koskoca bir gün toprağın altında kalıyor. Sağlam kalan öteki gözüne bakıp, ne kadar minnettar olduğumu düşünüyorum. Bütün müze taze toprak kokuyor. Tüfekler, süngüler, işaret tabancaları, paralar, mühürler, nişanlar, uçaksavar mermileri, Fransız-İngiliz piyade mermi kovanları, aydınlatma fişekleri ile dolu bir camekânın önünde duruyorum yeniden.
Kurşun saplanmış bir ağaç parçası, havada çarpışarak içiçe geçmiş mermi çekirdekleri, ingilizlerden kalma pudra kapları şaşırtıyor beni. Önünde durduğum her camekânın arkası insan kaynıyor. Çünkü aldığım notlar geçişi engelliyor ve kimse söylenmiyor bana. Minnettarlık duyuyorum, orada beni sabırla bekleyen herkese. Herkes ortak bir suskunlukla geziyor müzeyi. Arada bir Doğa’nın ve bir küçük kızın sesi yankılanıyor müzede.
Şarapnel parçaları, mataralar, sargı bezleri, el bombaları, dürbünler, tamir aletleri, siper için kazı aletleri, sigara tabakaları, pipo parçaları, traş aletleri, kemer tokaları, apoletler, Avusturya ve Yeni Zelanda askerlerine ait üniformalar, Türk askerine ait arapça künyeler, asker ayakkabıları gibi binlercesini saymam mümkün olmayacak.
1915’te William’ın sakin geçen bir akşamda, bir siperin içinde, muhtemelen titrek bir kandil aydınlığında, annesine yazdığı iki sayfalık el yazısı ile doldurulmuş mektubu okuyorum. Silvia ve Goffrey’e bisküviler için teşekkür ediyor. Yazarken, sarışın, ince burunlu annesini hatırlamış, anılara dalmışken gözünden akan bir iki damla yaşı neden sonra farketmiştir. Bayan Ferry, Alan, Tim ve Broadbent’e mektupları için şükranlarını sunuyor. Annesinin yolladığı bir çift eldiveni denerken düşünüyorum bu İngiliz askerini. Bir anne olarak çocuğu için endişe duyan İngiliz anneye içten bir sevgi duyumsuyorum bir anda.
En kısa kaldığım camekân ise, içinde ayak kalmış ayakkabı, çene ve diş protezleri, kafasına saplanan misket ile şehit düşmüş bir asker kafatası, ayak ve bacak kemikleri, kaburga kemikleri ve el parmak kemiklerinin dizildiği camekân oluyor. İnsanın bu bölümde el ve ayakları karıncalanıyor ansızın. Refleksle el ve ayak parmaklarınızı oynatıp, alnınızı kaşımak gereksinimi duyuyorsunuz.
Yüzb. Ragıp’ın Alman eşi Bayan Erika tarafından askerlere giysi dikmek için kullanılan makinaya bakıyorum kısa bir an. 22.07.1915’te Seddülbahir’de yaralanan, üç kurşundan birinin yüzünü parçaladığı Yüzb. Eşref Efendinin üniformasının tam önünde duruyorum. Ceketinin 4. düğmesine iliştirilen, hastane sevk pusulasındaki silik arapça yazıları okumak istiyorum. Sol kısmında şimdilerde kahverengi olan kan lekesine bakıyorum. Aslında ne kadar kırmızı olduğunu farkediyorum.
Milli Park’ta 25.07.1994 te çıkan yangında ölen Çanakkale Orman Bölge Müdürü Talât Göktepe’nin yanmış gözlüğü, saati ve telsizine bakıyoruz üzüntü ile. Canı pahasına, bu kutsal yerleri korumak adına, korkusuzca alevlerin arasına dalan ve bu bölgeyi kül olmaktan kurtaran bu yeni çağ kahramanı ve şehitine minnet duyuyorum.
8.5 ay süren ve her iki taraftan toplam 750.000 kişinin hayatını kaybettiği Çanakkale Savaşının geçtiği bu topraklar, dünya savaş tarihinde dar bir alanda bu kadar çok askerin yitirildiği sayılı savaşlardan biridir. Türk ordusu, 19 Şubat 1915 te başlayan ve 8-9 Ocak 1916 da zaferle son bulan bu savaşa 425.000 askerle katılmış ve 253.000 şehit vermiştir. Çanakkale’yi geçmeye çalışan İtilaf devletleri ise 525.000 askerle geldikleri savaş alınında 200.000 İngiliz, 48.000 Fransız, 20.000 Avusturalyalı, 10.000 Yeni Zelandalı ve 6.000 Hintli olmak üzere çok sayıda askerini kaybetmiş ve 10 Ocak 1916’da Çanakkale’nin geçilmez olduğunu anlayarak bu toprakları terketmişlerdir.
Müzenin çıkışına yaklaşmışken, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferinin unutulmaz kahramanlarından biri olan Mehmedoğlu Seyyid ile karşılaşıyorum kalbim sıkışarak. Selamlaşıyoruz usulcana. Uzanıp elini sıkmak, kısa bir an bile olsa dokunmak için, aslında nasılda yanıp tutuştuğumu farkediyorum. Bana bakarken utanıp, kaçırıyorum gözlerimi. O hiç ayırmadan bakıyor yeşil gözlerini. Üzerinde, göğsüne kadar düğmeleri açık beyaz bir gömlek, boğazına asılı deri bir muska, siyah pantalon ve dizkapaklarına kadar yükselen siyah deri çizmeleri ile o kadar çekici ki, ezip geçiyor bakışları. Uzansam değebilecek kadar yakınken, dokunamıyorum. 276 kg (215 okka) ağırlığındaki mermiyi nasıl taşınığını sormak istiyorum, sesim çıkmıyor. Ayağını demir bir merdivene dayamış, iki eli arkasında, sırtındaki mermiyi desteklerken, kaçırıyorum bakışlarımı. Derin derin aldığı nefesler, alnıma düşmüş perçemlerimi havalandırıyor. Aklım, gönlüm, ruhum Seyyid’de, çıkıyorum müzeden. Bir daha ne zaman karşılaşırız, bilmiyorum. Ama o sefer, söyleyeceğim ona. Ve o sefer dokunacağım.
Anzak Koyu:
Şimdi Anzak koyundayız. Önümüzde alabildiğine uzanan Ege denizi. İnsanın çökertme şarkısını dinleyesi geliveriyor aniden. Deniz öyle sakin, öyle devinimsiz ki, rüzgâr sesi bile yok. Burada, bu şehitlikte yatan Anzak askerleri huzur içinde uyuyorlar. 1934 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün, Çanakkale’de yatan Anzak askerleri ve diğer yabancı şehit askerler için yazdığı sözlerin ölümsüzleştiği Anzak Kitabesini seyrediyorum.
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanları, Burada, bir dost vatanın toğrağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler mehmetçiklerle yanyana, koyunkoyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır”
Arıburnu’nda ruhumdaki bu çalkantıyı dindirmek istiyorum biraz olsun. Onlarca mezarın yer aldığı alandaki iki ağaca takılıyor bakışlarım. Denize hakim bir mevkide en önde bir anıtın komutasında, memleketlerinden, analarının gözyaşlarından çok uzakta öylece yatışları içimi sizlatıyor, ama bu sefer daha da derinden.
Kanlısırt’ı 6-7 Ağustos 1915’teki taarruzlarda kahramanca savunan 19. ve 16. Tümenlerin allah allah sesleri ile çarpıştığı toprakların tam üzerindeyim. Kalbim deli deli çarpmakta. 1520 şehit ve 4750 yaralıya rağmen kahramanca ve insanüstü bir güçle savunulan bu topraklara basmak yakıveriyor içimi. Şimdilerde, Avusturalya ve Yeni Zelanda’dan gelen şehit torunlarının 25 Nisan’daki toplanma yeri olan alandayız. Alanı çevreleyen duvarın üzerine oturmuş, seyrediyorum Sivritepe’yi. Bazen bir insan silüetine, bazende anlamı olmayan ama ürküten görüntülere bürünen tepeye bakıyorum. İnsanı titreten bir rüzgar esiyor Ege’den. 19 Mayıs 1915 sabahı Anzaklar ile Türk askerinin 6 saate yakın süren hücümları sonucu 10.000 den fazla Türk askerinin yaralandığı ve 3.000 şehidin verildiği bu mevki huzursuz ediyor benim gibi gezen herkesi. Hücumun başladığı günden 24 Mayıs’a kadar güneşin altında öylece kalan 3.000 Türk askerine ağlıyoruz hep birlikte. Ve Anzak’lara, şehitlerin alınması için verdikleri ateşkes için minnet duyuyorum. Siperlere gözü bağlı götürülen ve şehitlerimizin gömülmesine rekafat eden bir Türk subayının resmi ile başbaşayım şimdi.
Conkbayırı yolunda yer alan, yaralı bir Anzak askerini kucağında taşıyan “Mehmetçiğe Saygı Anıtını” geçerken, daha derinden etkilenip asla unutmayacağımı onlarca anıt olduğunun farkında değilim henüz.
Lila rengi minik çiçekleri ve dikenli yaprakları olan, ama ismini bir türlü öğrenemediğim, değişik bir bitkinin yaydığını kokunun sarhoşluğunda yol alıp duruyoruz. Kanlısırt’daki kitabenin önüne ulaştığımda farkediyorumki, her kitabenin çevresini saran heybetli bir sessizlik var. Ürkütüyor insanı. Havada asılı kalan ve ismini keşfedemediğim, eflatun çiçekli bitkinin hüzünlü kokusu var.
36 İngiliz askerinin mezarının yer aldığı İngiliz mezarlığındayız şimdi. Kare mezar taşları ve onları ayıran renkli çiçeklerin hemen önünde yer alan kitabede ise;
“Their name liveth for evermore” yazıyor
Conkbayırına varırken, Yüzb. Mehmet Şehitliğinin hemen karşısında yine bir İngiliz mezarlığı var. Bombasırt denilen bu mevkii, Anzak kuvvetlerinin hakim olduğu en tehlikeli yer. Bazı yerde 15 metre bazı yerde ise bir cadde genişliği kadar olan karşı siperler korkutuyor insanı. İnsanın yüreğini örseleyen şehitliklerle dolu burası.
Bombasırt:
Arabanın içinde, solumda ingiliz mezarlığa bakıyorum hüzünle. Hemen ilerde, sanki canlıymışcasına, elinde süngüsü takılmış silahı ile ilerleyecekmiş hissi veren bir Türk askerinin tüm heybeti ile 57. Alay Şehitliğine (Kara savaşına katılan ilk birlik) doğru bakışıni farkediyorum.
Tunçtan yapılmış heykel, sanki her an canlanıp, sağa sola, düşman siperlerine ateş edip saldıracak ve nereden geldiği belli olmayan bir düşman kurşunu ile kanlar içinde yere düşecek. Koşup yardım edeceğim, hüzünle yere düşen kafasını kucaklayacağım.
Heykelin altında öylece oturup düşünüyorum. Heykelin kaidesi üzerindeki şarkının hüzünlü ve bir o kadar da acıklı melodisi dolduruyor 57. Alay Şehitliğini. Tok bir erkek sesi kaplıyor koca şehitliği. Ağır ağır, hüzünle söylüyor türküsünü....
“Çanakkale içinde vurdular beni, Ölmeden mezara koydular beni Ah gençliğim eyvah! Çanakkale içinde aynalı çarşı, Çanakkale içinde bir uzun selvi, Çanakkale içinde bir dolu testi, |
Kepsut, Göynük, Kırım, Keşan, Yozgat, Biga, Konya, Ergani, İskilip, Çetmi, Urla, Mut, Ankara, Bor, Şarköy, Çeşme, Bakü, Şam, Karabük, Silifke gibi Türkiyenin her yanından, 19, 21, 23 yaşlarında Kahraman Türk Askerinin ebedi mekanı olan 57. Alay Şehitliğini, gözümde yaş, dilimde “çanakkale içinde vurdular beni” dizeleri ve ruhumda altında ezileceğim bir yük ile geziyorum.
Bu şehitlik yapılırken kazılarda birbirine sarılmış iki askerin cesedi ile karşılaşıyorlar. Erzincan’dan Üsteğmen Mustafa Asım'a ve İngiliz Kolordusundan Yüzbaşı L.J. Woiters’e ait muska ve künyeler bulunuyor. 26 Nisan 1915’deki çarpışmalarda siperlerde karşılaşan ve boğuşarak ölen bu iki askerin muska ve künyeleri ayrı ayrı gömülüyor ve kurşunlar yetkililere teslim ediliyor.
Arada bir bu yoğunluktan sıyrıldığımda, güzümün alabildiğince uzayıp giden ufka bakıyorum. Öyle derin bir sessizlik hakim ki Conkbayırı’na. Dikkatle dinleyip, uzaktan gelecek top ve mermi seslerini beklediğimi farkediyorum. Birden bir top gürlemesi ile, korkup dalacağım bir siperin içine. Kulaklarımı yalayarak geçen bir mermi ile iyice yatacağım siperin soğuk ve yalnız toprağına. Kulağım toprağa değdiği an duyacağım onların seslerini. Edilen duları, usulca yapılan sohbetleri dinleyeceğim. Siperin içinde çömelerek yakılan bir cigaranın dumanı yakacak genzimi. Bir asker eli uzanıp tutacak ellerimi. Korkma diyecek bana. Kalın, sert ve yıpranmış ama güçlü parmakları ile silecek gözyaşlarımı. “Hiçbir Türk ağlamadı bu siperlerde, sende ağlama. Güçlü ol” diyecek. Ve ben bir daha hiç ağlamamak üzere susacağım siperin içinde, elim askerin avuçlarında.
Beş adet dev kitabenin halka şeklinde dizilendiği Conkbayırı alanında, sesimiz yankı yaparak dolaşıyor tüm vadiyi. Bu keşif heyecanlandırıyor herkesi. Mustafa Kemal Atatürk’ün bir şarapnel parçası ile göğsündeki saatin parçalandığı ve kendisinin mutlak bir ölümden döndüğü yerin tam üzerinde Conkbayırı’nın da sonundayız. Eğilip okşuyorum toprağı. Avuçlayabildiğim kadar toprağı atıyorum montumun cebine.
Bir siperin içinde uzun uzun yol alıyoruz. Ve bir gün, koca bir gün böylece sona eriyor. Lambalar aydınlatırken Eceabat’ı, gün kaçarken gecenin ardına, feribotla Çanakkaleye geçiyoruz.
Çanakkale Abidesi:
Gece dokuzda girdiğimiz yataktan sabahın yedisinde uyanıyoruz yeni bir günün heyecanı ile. Bugün evlenme yıldönümümüz. Kimse farkında değil. Kızıma söylüyorum, çiçek alma telaşına düşüyor. Dokuz seneyi bitirmiş deneyimli sayılabilecek eşler olarak, öylesine geçiştiriyoruz bu kutlamayı. Seyyahati birlikte yaptığımız kardeşim Ebru’ nun öpücükleri oluyor, ilk hediyem. Alalacele yapılan bir kahvaltının ardından, İzmir yolundaki Truva atının olduğu yere doğru uzanıyoruz. Dünkü gördüklerimden sonra, etkilenmeyeceğimi bile bile gidiyorum Truva’ya. Küçük kızım, Troya III dönemine ait bir kale kazıntısının hemen dibindeki sarı bir çiçeği getiriyor, gülümseyerek. Gamzelerinden öpüyorum özenle.
Tam tahmin ettiğim gibi hiç etkilenmeden, ama oraya haksızlık ederek gezimi tamamlıyorum. Atın içine girip isteksizce verdiğim pozlardan sonra tekrar ulaşıyoruz Çanakkaleye. Kilitbahir’e giden feribota bindikten sonra heyecanla Abidelere doğru sürüyoruz arabamızı. Morto Koyu’nda yer alan Alçıtepe adlı şirin bir köyün içinden geçerken doğanın yine o muhteşem kırmızı, yeşil ve sarı işbirliği ile şaşırıp kalıyoruz.
Gelibolu yarımadasının en ucunda olanca heybeti ile yükselen bu şahane ve olağanüstü anıt, güneşi arkasına almış öylece yükseliyor önümüzde. Bizi ve orada bulunan herkesi sımsıkı saran ve hiç bırakmayacak bir gururla geziyoruz. Fotoğraf makinamın sahip olduğu en geniş açılı objektifin oluşturduğu kadrajın içine bile sığdıramadığım bu olağanüstü anıtı seyrediyoruz uzun uzun.
Abidenin hemen arkasındaki Şehitliğin önünde öylece duruyorum. Denize doğru uzanan ince uzun mezarlıkta; Vodina, İnebolu, Üsküdar, Ayazpaşa, Delice, Aydın, Şam, Trala, Keskin, Göynüce, Bitlis, Lapseki vs. gibi vatanın her bir noktasından gelip, vatan uğruna şehit olan bu genç askerlerin hemen önünde kımıldamadan duruyor herkes. Bütünümüzün yüreğinde, aslında saklamaya çalıştığı ama bir türlü bastıramadığı garip bir boğuntunun uğultusu sarıyor şehitliğin dörtbir köşesini.
Çanakkale savaşı sırasında bir Anzak askeri tarafından, Gelibolu yarımadasından Avusturalya’ya götürülen, Türk askerine ait kafatasının gömüldüğü, Mechul Asker mezarının önünde, arkamızda abidenin heybetli gölgesi ile duruyoruz. 10 Mart 2003 günü Avusturalya Hükümeti tarafından Türk makamlarına teslim edilen ve 18 Mart 2003 günü defnedilen bu meçhul askere “Hoşgeldin vatanına, bu topraklarda doğdun, bu topraklar uğruna şehit oldun. Sonsuza dek bu toprağın koynunda yatman gerek, artık rahat uyu “ diyorum usulca.
Abide’den çıkıp, Seddülbahir’e doğru ilerlerken, arkaya dönüp son bir kez daha bakıyorum abideye. İlk Şehitler Anıtı’na geldiğimİz vakit, bahçesinde çift kale maç yapan köy çocukları ile kapışıp, kovuyorum onları. Bana söylenerek ellerindeki sarı lacivert topu kucaklayarak çıkıyorlar anıtın dışına. Anıtın sınırları içinde yer alan kısımda yenilen çekirdek kabuklarına, sigara izmaritlerine bakıyorum gözyaşları ile. Durmaksızın görüşümü engelleyen ve sık sık sildiğim gözyaşları ile çıkıyorum İlk Şehitler Anıtı’ndan.
Detaylı bahsedemediğim Yahya Çavuş Şehitliği, Akbaş Şehitliği, Zıgındere’deki Sargı Yeri Şehitliği, Anafartalar, Arıburnu, Kilitbahir Kalesi, Kilitbahirde yer alan Onbaşı Seyyid’in heykeli, Akbaş Şehitlik Anıtı, Yahya Çavuş Anıtı, Sargı Yeri Şehitliği Anıtı, Çanakkale Geçilmez Anıtı, Cesarettepe’deki Mehmet Çavuş Anıtı, Nuri Yamut Anıtı ve bunun gibi onlarcasını kalbime ve beynimin her bir kıvrımına nakşederek terkediyorum Çanakkaleyi. Ama biliyorum ki;
ÇANAKKALE GEÇİLEMEMİŞTİR ve GEÇİLEMEYECEKTİR