SENİNLE BİR SONBAHAR, MEVSİMİYDİ TANIŞTIK
Ankara' nın Ekim güneşi, yalancıktan yakarken yanaklarımızı, açıkta kalan kolumuzu, bedenimizi gizlice üşüten soğukla irkiliyorum arada bir. Bir perşembe akşamüstünün turuncu ve güçsüz sıcağında dolanıyorum Samanpazarı'nı .
Bilmem hiç tırmananınız var mı, şu koyunpazarı yokuşunu? 70 derecelik eğimle yürümeye başladığınızda ve en başına vardığınızda, Atakule yi, Sheraton otelini ve dört minareli Maltepe camiini gördüğünüz de benim gibi ilk kez görmüşcesine şaşıranız oldu mu?
Ne çok dükkan var anlatamam size. Baharatçıdan tutun da, bahçe malzemeleri, antikacıdan, davulcuya kadar ne ararsanız var bu yokuşun iki yanına usulca ve usluca dizilenmiş dükkanlardan. Buranın farklı ve içten bir samimiyeti var. Kendini beğenmiş çarşılara benzemiyor. Hani uzun zamandır görmediğiniz amcanızı kucaklar gibi açıyor kollarını, bu tatlı yokuş. Okşuyor saçlarınızı usul usul. İki bedenin değmesi gibi ısınıveriyor üşüyen gövdeniz.
Genzinizi işgal etmiş baharat ve kuruyemiş aromasından kurtulup da, biraz daha ilerlediğinizde, isimsiz ve notasız bir şarkıya eşlik edercesine ahenk içinde duyulan ve yankılanan çekiç sesleri çekiyor beni. Çıt, çıt, çıt…Heryerde bu minik çıt çıt lardan var. Burası Karakaş sokak. Kapısı birbirine bakan, onlarca dükkandan gelen çıt çıtlar hep aynı…..Zımba, çekiç ve örs yardımı ile şekil alan bakırlara dalıyorum öylece. Bakırın rengi ile güneşin rengi sarmaş dolaş oluyorlar kısa bir zaman sonra. Onları ayırd etmek mümkün olmuyor. Genç ustaların elinde yeniden şekillenen güğümlere, maşrabalara, hoşaf kazanlarına, su kaplarına, tavalara, cezvelere, sürahileri bakıyorum merakla. Birbirine benzemeyen binlerce şekli yaratan genç bir ustanın başında dikiliyorum öylece. "Seyretsem dikkatiniz dağılır mı?" diye başlayan cümlemi bitirmeden, anlatıyor nasıl yaptığını. Elindeki tek bir çekiç ve asıl şekli sağlayan zımba denilen çeşitli ebatlardaki çivi gibi olan aletlerine takılıyor gözlerim.
Sonra Pirinç Han'a sürüklüyor kardeşim beni. Ortasındaki kare bir avlu ile çevrelenmiş dükkanları gezmeden, girer girmez tam karşımdaki duvara yazılmış dizeleri okuyorum güneş tam gözümü alırken.
(*)Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
…..
….
Aradan yillar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yasli yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...(*)
Dört katlı hanı dolaşmak için ilk adımı atarken, şiirin o buruk tadı kalıyor dilimin ucunda. Kare avlunun içini at kişnemeleri, tekerlek sesleri işgal ediyor. Katları dolaşırken bir daire çiziyor ve hiç kesintiye uğramadan kendimizi dördüncü katta buluyoruz, nasıl gelebildiğimizi anlamadan. Gülüyorlar bana. Onlarca antika dükkanına girip çıkıyorum. Satıcıların farklı yapısı şaşırtıyor beni. Girdiğim dükkanlarda uzun uzun kalırken, Üzerinde Bülent Ecevit'in resmedildiği ince porselenden çay takımlarına, gümüş hamam kaselerine, çini sobalara, 30 yıllık hayat dergilerine bakıyorum merakla. Bir koltuğa gömülmüş, eski hayat dergilerinden bir şey ararcasına bakınan şık giyimli iş adamına bakıyorum çaktırmadan. Gözlerim hangi nesnenin üzerinde ne kadar kalacağını şaşırmış bir halde ordan oraya atlarken, gaz lambaları, havanlar, mühürler, duvar rafları, enfiye kutuları, tesbihler, cam lambalar, aynalı konsüller, gümüş çay kaşıkları, kilimler, gümüş takılar ile gramafonlar ile donatılmış 43 dükkanlık hanı gezerken saatin farkında değilim. Girdiğim dükkanlardan birinde öylece sessizce, belki de biraz buruk bir şekilde yediye beş kala durmuş eski bir saat takılıyor gözüme. Saatin tiktaklarının ve gonglarının yankılandığı evin hayalini kuruyorum, eski bir fincanı elime alıp güneşe tutarken. Bu fincan ile bu duvar saati yıllar sonra aynı dükkan da buluşmuş olabilirler mi? Ya da bu yediye beş kala, hana gelen yolcuların akşam yemeğine mi denk gelir diye düşünüyorum.
Gramafon tamircisinin, camından orta avluya sarkıttığı gramafondan çıkacak bir sesi bekliyorum dolaşırken. Benim için çalar mı bir kez?
Faruk Nafiz Çamlıbel'in dizeleri gölgesinde dolaşırken, taş plaktan gelen çızırtılı ses ile büyülenir miyim yeniden bir Ankara akşamüstüsünde?
Pirinç Han'ın dört duvarı arasında yok olmak isterken, kolumdan sürükleyerek, çay içmeye götürülüşüme sıkılıyor canım. Sefa Sokağın hemen başındaki üç masalı ve dokuz tabureli minik, miniminnacık bir çay ocağında dinleniyoruz. Eski bir radyodan yükselen hatta bangır bangır bağıran, Türk sanat müziğinin iç kıyan sesi ile yudumluyoruz çaylarımızı. Çok demli diye içmeyi reddettiğim, ince belli bardaktaki çaya, ilk tadışta haksızlık etmiş olduğumu anlayıp, utanıyorum. Sırtımı bir duvar halısının süslediği taşa dayamışım. 64 yaşında ama saçları ve bıyıkları şaşırtıcı ve kuşku uyandırıcı bir şekilde kuzguni siyah olan biri getiriyor çaylarımızı. Herkes tanıyor birbirini orada. Bir ben yabancıyım. Üstümde mavi, yeşil ve sarı ondülinlerin gölgesi ile inceliyorum heryeri. Daracık bir sokağın hemen başındayız. Koyunpazarı yokuşundan bizi ayıran sarmaşığın, sonbahar izleri taşıyan hışırtıları ve gölgeleri çarpıyor gözüme. Yan masamızda sırt çantalı dört delikanlı var. Onlara da, beyaz gömleği ve dizkapaklarına kadar sarkan kravatı ile Hasan Usta servis yapıyor. Arada bir sokağın hemen başında durup, yanlarda kalan saçlarını tarıyor dalarak. Dudaklarına yapıştırdığı sigarayı hiç eline almadan, öylece kayıp gidiyor bakışları Samanpazarı'ndan aşağıya. Arada bir dört metrekarelik dükkanından gelen su sesine, bardak ve kaşık sesleri karışıyor. Yeniden çay istiyoruz. Yeni yakacağım sigara ve elimde çakmak ile bekliyorum mis gibi çayımı. Dükkanın hemen girişine yerleştirilmiş teypten yükselen sanat müziği, biz anlamadan değişip duruyor. Bazı şarkılar çocukluğumu, bazıları ise anneannemi hatırlatıyor farkına varmadan. Bazı anlar, bahçemizdeki çam ağacının üzerinden atlarken, bazen de kayısı ağacının tepesinde ceplerimi dolduruken görüyorum kendimi.
Seninle bir sonbahar, mevsimiydi tanıştık,
Sanki birbirimizi, yıllarca aramıştık
Yabancı olduk şimdi,
Yazık birbirimize,
İstersen gel dönelim eski günlerimize….
Neresi olduğunu hatırlayamadığım yerlerde dolaşıyorum. Bazen ilk evimiz, bazen ise bir ağacın en üst dalı oluyor bu. Sonra birden karnım ağrımaya başlıyor. Çocukluğumda annemin ovarken mırıldandığı, şimdilerde bizim çocuklarımıza söylediğimiz tekerlemenin sözlerini işitiyorum
Kılsan kıvrıl, çöpsen sivril
Kızımın karnındaki ağrı,
Dağlara, taşlara,
Kırtlara, kuşlara
Ulu ağaçlara, geç git
derken, karnımı ovanın annem mi, yoksa ablam mı olduğu konusunda karmaşa yaşıyorum. Gözümü açtıkça, kâh annem, kâh ablam olan suratları düşünüyorum. Aman, ne işi var şimdi bu anıların benim beyin kıvrımlarımın arasında. Bugün hüzün verecek, özlem duyumsatacak hiçbirşey istemiyorum. Koyunpazarı yokuşunun kraliçesi olarak, gezim devam etsin, hiçbirşey beni bölmesin istiyorum. Sonra bana ait olan bütün anıları toplayıp, kartopu yapar gibi sıkıştırıyorum. Sallıyorum bütün gücümle, yokuşdan aşağı. Çığlık çığlığa inip kayboluveriyorlar.
Masaların yanındaki sehbalarda duran, anı defterlerine takılıyor gözlerim. "bunlardan 40 adet daha var içerde" diyor, sesi gururla. "okuyabilirmiyim" diye sorarken, konuşmamız böylece başlıyor. İlkin tanıştırılıyoruz birbirimize. Bir anda; 1939, Erzurum, Pasinler Hasankale'li olduğunu, 1959'dan beri Ankara'da yaşadığını ve bir dadaş olduğunu öğreniyorum. Defterlere yazan insanların çeşitliliği ürkütürken beni, onu ne kadar gururlandırdığını hissediyorum sesindeki tınıdan. Japonların belgeselini yaptığını, Tayfun Talipoğlu, Metin Uca'nın devamlı müşterisi olduğunu, Hürriyet, Cumhuriyet ve Sabah gazetesinde haber olduğunu öğreniyorum. Sokak duvarına çerçeveletip astığı gazete küpürlerine bir göz atmam için durmaksızın ısrar ediyor. Defterlerin sayfalarına yayılmış isimleri seçerken, parmağındaki altın yüzüğün kırmızı taşı ile kızarıveriyor gözbebeklerim. Washington DC'den Pelin, Fransa, Montgellien'den Patrice Pellerin, Hikmet Çetin, Vakıfbank Müdürü, İşsiz Mehmet Ali, Biga'dan Rahmi Bey, Hakim Oktay Bey, Lipiti fırlamış, şekeri tavan yapmış Nilhan'ın annesi Sultan hanım, DPT Müsteşarı, Ağrı'dan Dr. Hüseyin Bey, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, nişanı dün sabah atan Aylin ve kardeşi, Polonya'dan Helen, Kütahya Milletvekili ve sayamadığım 40 ajandalık daha niceleri ile karşılaşıyorum. 1 Eylül 2003'te, çok özenerek yazılmış
Ne bir derece eksik, ne fazla,
Bu sokağın eğimi bu kadar olmalıydı,
Ve bu dünya da basenleri bu kadar dar,
Ufku böyle geniş bir sokak bulunmalıydı,
Kafamı kurcalayan ne var, ne yoksa
Şu duvarlara bıraktım, gidiyorum.
Karşımdaki diğer bir doğal güzelliğe
Beş saniye de beş yeni kez aşık ettiğin için
Teşekkürler Hasan amca ….
diye karalayan Ömer Biney'in yazdığı satırlar kalıyor aklımda.
Bir o kadar da kartviziti var. Stephen Cooksey (Counciller, Mole Valley Distric Council), Martin Schultz, (Md Ep Europaischen Parliament, Brüksel) gibi daha bir dolu kartviziti için dükkanın içine çağırıyor beni. Hasan amca (Hasan Tüsik) ile böyle başlatıyoruz yeni bir dostluğu. Onunla ilgili bir yazı yazma talebimi açıklayınca "yaz yaz, çok kişi yazdı beni" derken ODTÜ dergisinin sayfalarını karıştırıp buluyor kendi ile ilgili haberi. "Ama bana da yolla yazdığını" derken gülümsüyor. "söz yollarım da bir ricam daha var senden" diyorum. "bir resmini alsam şu albümden ve sana yollasam bana güvenirmisin" diyorum hafif çekinerek. Der demez, kocaman iki albümü bırakıveriyor kucağıma. Sarı belli bardaklarını diziyor o da tezgahına, ben bir resim ararken. Seçtiğim resmi beğenmiyor, kendi karar veriyor. En fiyakalı resmi tutuşturuveriyor parmaklarıma. Resimdeki yüzüğün kırmızı taşı ürkütücü bir şekilde yeniden parıldıyor, fotoğrafın içinden.
Kaşlar kara, gözler ela,
Güzel de gözlere ben yandım aman
Aman aman…
Sürmelim amman…
Yeni şarkı daracık sokağın duvarına çarparken kalkıyoruz usuldan.
Arabayı parkettiğimiz yere yürüken 1290 yılında, kızıl kiremitten yapılmış tek kubbeli Ahi Şerafettin Camii'ne takılıyor gözüm. Tam o sırada dükkanlardan çıkan esnafın telaşlı koşuşturması ve bağırışları ile irkiliyorum. Ne olduğunu anlamadan, camiiyi seyre dalmışken sağ omzumda tırmalama ve vurma arası bir darbe hissedip korku ile geri dönerken, dükkanlardan koşan insanların özrü ile şaşırıyorum. Koca Ulus'un tek delisi ile de böylece tanışmış oluyoruz. Genç bir çocuk, anlamadığım bir şeyler mırıldanıyor. Bana doğru bir hamle daha yapmışken kovalıyorlar onu. Niye beni seçti diye düşünüyorum bütün gece. Kendine en yakın beni bulmuş olması ihtimali ile gülümsüyorum, şimdi suratını bile hatırlamadığım genç çocuğa.
Vedalaşıp iniyoruz o tatlı yokuşu. Sokağı tam terkederken ezan okunuyor hemen yanıbaşımızda. Ezanın bana daima büyüleyici ve ruhani gelen dizelerine çekiç sesleri karışıyor yeniden.
Baharat kokusu, akşam ezanı ve binlerce çekiç sesi ile gidiyorum. Ulus'un karmaşık trafiğinde yol alırken İbni Sina Hastanesi'nin ışıkları yanıyor bir anda. Talatpaşa Bulvarı'ndan inip karışıveriyoruz Ankara caddelerine.
Demet Eşrefoğlu Vardar
Ekim - Ankara
(*) Faruk Nafiz Çamlıbel'in Han Duvarları Adlı şiirinden alınmıştır.