ÇÜNKÜ HEPİMİZ MASUM BİRER ANNEYİZ...
Dokuz ay taşırız karnımızda, mide bulantılarının, bel ağrılarının, ağzımıza aylarca yapışıp kalan metal tadının ve daha nice sıkıntıların eşliğinde. Veda ederiz sevdiğimiz bazı yiyeceklere ve bütün giyeceklere. Ara veririz aktivitelerimize, keyf aldığımız, hırsımızı çıkartığımız, üzüntümüzü azalttığımızı sandığımız sigaramıza, balıkla içtiğimiz beyaz şarabımıza. Bir zaman gelir ki, bırakın kendi başımıza çorap giymeyi, koltuktan bile kalkamaz hale geliriz. Yinede direniriz annelik dürtüleri ile bize karşı koyan herşeye. Bazımızın dökülür o sırma saçları, her tarayışımızda görmezden geliriz, lavobunun boşluğuna yığılan telleri.
Annelik en başından itibaren, fedakarlık etmeyi, direnmeyi, göze almayı ve dayanıklı olmayı gerektirir. Herşeyi göze almışızdır.
Onlar gelirken kollarımıza, bir takım zorlukları da kendileri ile getirirler, farkına varmadan.
İlk zamanlar uyumakta direnirler küçücük bedenleri ile.
Bir gece boyunca yirmikez kalkarak, yada bütün bir gece emzirerek, ederiz sabahı.
Emmeyi beceremezler, yardımız olmadan. Doyuramayız bir türlü. Büyüdükçe, farklı gıdalara geçiş sorunu başlar. İşte en zorlarından, ya da bizi en çok endişeye düşüren de budur. İsteriz ki her türlü gıdayı alsın, ama onlar bildiklerinden şaşmazlar.
Sonra kıyafet sorunu başlar. Özellikle kız çocuklarında vahim boyuttadır. Yazın kazak, kışın askılı elbise giyme konusunda ısrarcıdırlar. Bazen çaresiz kalır, teslim oluruz. Askılı elbisesinin üzerine giydiği kazakla, yine de zafere imza atmış olmaktan memnun mesut gezinirler.
Ardından yuva, hemen ardından da okul problemi baş gösterir. İlkin yuva arayışları ile dolar haftalarımız. Yuvanın fiziki şartları, yemek listesi, öğretmenleri daha sonra da fiyatı meşgul eder hafızamızı. İlk okulu en önemlisidir. Nerede iyi eğitim alacağı en önemli sorunumuz olur hayatımızda. Okulun uzaklığını, ne kadar erken kalkacağını dahi hesaba katmadan, en iyisine yollamaktır tüm çabamız.
Büyürler usul usul, mutlulukların, yeni gelişimlerin, yorgunlukların ve olmasını asla dilemediğimiz hastalıkların ve kazaların eşliğinde. Onlar büyürken ne kadar yorulduğumuzu farketmeyiz ilkin. Gücümüzü, enerjimizi onlar için harcarken, kendimize hiç bir şey bırakmadığımızı önemsemeyiz nedense. Yeni yaşlarıyla birlikte, yeni okullarda geçer yıllarımız. Onlar önde bizler gerisinde koşturup dururuz çocuklarımızın ardından.
Yakınmayız hiç, bir "öff" bile demek geçmez aklımızdan.
Çünkü onlar bizim parçamızdır.
Bebekken onlara bir kez yapılan aşı, bin kez bizim yüreğimize saplanır. İshalken defalarca çıkardığı kakaların hesabını tutarız üzüntüyle. Kabızken kakasını yapamadığı için kahrolur bütün bedenimiz. Düşünce atılırız tıpkı bir kaplan gibi. Yakalayamamanın verdiği kızgınlıkla, canımız yanar onunla birlikte. Her öğrendiği sayıda, her bildiği renkle onunla birlikte çoşarız. Hissederiz yana dönerken, kirpiği kıpırdarken. Biz üşüdük mü sararız onuda, acıktık mı doyururuz kendimizden önce. Kaç dilim şeftali yediği, kaç adet üzüm tanesi yediği, kaç köfte ile doyduğu, kaç cm uzadığı ve kaç gram aldığı matematik zekamızı geliştirir farkına varmadan.
Ibufen'ın, Calpol'un, Sudafed'in, Clarityn'in, Actifed'in, Zinco-C'nin, Ventolin'in, Mukoral'ın ve bunun gibi pek çok ilacın prospektüslerini ezbere bilir, bütün dolaplarımızı bunlarla doldururuz, hastalanmamaları için ettiğimiz dualarla.
İlk adım attığı günü, ilk anne dediği günü, ilk çorbasını, ilk ayakkabısının alındığı zamanı, ilk emziği eliyle aldığı günleri saati ile tarihi ile kazırız belleklerimize.
Çocuklu olmak çok şey katmıştır hayatımıza, biz farkına varmadan. Daha kolay iletişim kurabilen, her çocuğa sevgi duyumsayan, daha duyarlı insanlar olmuşuzdur ama bir o kadar da yorgun...
"Beni seviyorsan ye", "Benim üzülmemi istemiyorsan onu yapma" gibi ruhunu ve yüreğini ele geçiren, sömüren söylemler yaratıp, kendi arzusu ile yapmış gibi zevkleniriz.
Bazen kızarız, niye bu kadar babasına benzedi diye. Sonra teselli ederiz kendimizi, parmakları bana benziyor diye.
Kıskanırız ölesiye, başkasının kucağındayken. Sakınırız herkesten. En çok beni sevsin isteriz. Ailenin başka bir bireyine gönderdiği gülücüğü, yarı yolda yakalayıp, alıveririz bencilce. Reddederiz yaşanmış deneyimlerin tekrarını, tecrübelerin ulaşacağı doğru hedefi. İlkin kendi deneyimizi koyarız ortaya, büyüklerin söylediklerini kulak arkası yaparak. Sonra aklımız başımıza gelir uygularken. Ama bir kez bile annemize yada kayınvalidemize "haklıymışsınız" demek için girişimde bulunmayız. Annemizin kucağındayken, ona sevgi gösterilirinde bulunurken çok hoşumuza gider, gözlerimiz ışıldar. Kayınvalidemize gösterdiği ilgi paralar bizi, saklayamadığımız kıskançlıkların gölgesinde.
Kimi zaman, sözümüzün geçmediği, sabrımızın sığmadığı durumlarda, hayali yaratıklar üretiriz. Minik yüreğine saldığımız o dev canavarla bırakırız başbaşa, onu nasıl savacağını öğretmeden.
Pişmanlıklar yaşarız; sesimizi bir oktav yükselttiğimiz, gereksiz tepki verdiğimiz, duymazlıktan geldiğimiz, dibinin tutmasından korktuğunuz pilav yüzünden yaptığı kuleye bakmaya gidemediğimiz için.
Yürümeyi dahi beceremezken, salıncaktaki yükselişine, bisikletteki manevrasına bakarak böbürlenirken, gözlerimiz yaşarır.
En çok beni sevsin ister, ardından nefes alamıyorum, hiç kendime ayıracak vaktim yok diye sitem ederiz eşlerimize. Salonda babası ile cilveleşme seslerini duyunca, kenara itilmiş duygusuyla ezilir yüreğimiz.
Tepkilerimizin ve onaylarımızın, kabul görmüş klasik terbiye stiline göre değil de, ruh halimize uygun olarak arada bir sapmasına aldırmayız bazı anlar.
Bizim küçüklüğümüzde, bize ulaşılmaz bir hayal olarak kalmış bir eylemi ya da herhangi bir şeyi hakkımız olduğunu sanarak, bekleriz ondan. İsteyip istemediğine aldırmadan, onuda yapsın bunu da yapsın isteriz. Yapmak istemeyince de şaşkınlıktan ve hayretlere gark olmuş bir vaziyette söyleniriz "bana bu olanak sağlansaydı..", "keşke benim annemde/ailemde bu kadar global (!) düşünseydi" gibi cümleler düzeriz ard ardına.
Daha ana okul çağındaki çocuğumuza bakarken, torunlarımızın hayalini kurarız gülümseyerek.
Niye mi böyleyiz ?!
ÇÜNKÜ HEPİMİZ MASUM BİRER ANNEYİZ....