ARKADAŞLARIMA KISA BİR MEKTUP....
Arkadaşlık deyince içimde tatlı bir sarhoşluk dolaşır. Hepimizin ihtiyacı vardır onlara. Her ne kadar "ben kendime yeterim", "benim hobilerim var", "benim çocuklarım var onlar benim arkadaşlarım" desek de itiraf etmeli ki onların yeri bambaşkadır. İyi arkadaşınız olması için hemcinsinsiniz olması gerekmez, bazen bir erkeğin en yakın dert ortağı bir kız arkadaşıdır ya da tam tersi. Ama ben yine de, içimi dışımı anlatmak, otosansür uygulamamak için her zaman hemcinslerimi tercih etmişimdir. Elbette; dertleştiğim, dertlerini dinlediğim "iyi arkadaşız" diyebileceğim birkaç tane erkek arkadaşım var tabi ki ama dediğim gibi iyi pişmiş bir bifteğin tarifini, en iyi cilt kreminin adını ya da nefis bir şeftali marmelatının kıvamını ancak size bir kadın tarif edebilir (!) öyle değil mi. Dedikodunun akla hayale gelmeyecek en ince ayrıntılarını en güzel bir kadın cinsiyle paylaşıp, tadını çıkarabilirsiniz! Kabız olan çocuklarımızın bağırsaklarını yumuşatmak için, en entresan tecrübeleri onlardan öğrenebiliriz. Gülümsediğinizi hisseder gibiyim... Bunlar çok hayati konulardır aslında. Bütün bir gece kucağında iki büklüm bir şekilde 2 dakikada bir sancılanan çocukla gezenler beni anlarlar. Sonra, jinekolojik problemlerimizi, cinsel sorunlarımızı doktorumuzdan önce onlarla paylaşmak daha rahatlatıcı ve daha kolay olur öyle değil mi?
Az ama öz arkadaşlarım vardır benim. İçten, fedakâr, gülümsemesine ve sözüne güvendiğim insanlardır bunlar. Bu satırları yazarken tümünün yüzünü gözlerimin önüne getiriyorum. Hepsi de gülümseyip el sallıyorlar bana. Öğütler verip, kızgınlıklarımı yatıştırıyorlar. Yaşama dair bitmeyen şikâyetlerimi, anlamsız bezginliklerimi dinliyorlar büyük bir sabırla. Çocuklarımız için beslenme önerilerinde bulunup, yeni icat olan hastalıklarını anlatıp duruyoruz uzun uzun. Onlar beni, bende onları seviyorum. Bazı durumlarda kardeşin bile yeterli olmadığını fark ederiz, konuşup rahatlamak için. İşte o zaman onlar devreye girer hemen. Yıllarca yan yana yürürüz onlarla, yolların çatallanıp ayrıldığı yerlerde yürek yüreğe devam ederiz hayat yolumuza. Yan yana olmasak da sesimizi duyarız telefonun ucunda, eğer buda mümkün değilse e-mail atarız birbirimize. (iyi ki icat oldu şu e-mail denen müthiş şey)
İlkin aklıma Sevgili arkadaşım Gülhan geliyor ve onun anılarıyla beraber taa 1989 yılının sonlarına gidiyoruz. İlk iş yerimiz, sonra benim ayrılıp başka bir yere gitmem, ardından onunda gelmesi, beraber yaptığımız Kaş seyahati, vs, vs.. Bir kaş gecesinde bastıran yağmurun, bütün sokakları kaplayan suların ıslak sesi doluşuyor kulaklarıma. Bir fırının önünde yediğimiz otlu pidelerin tadı acıktırıyor karnımı. Sık sık çektiğimiz fotoğraflara bakıp, sesli sesli gülüyorum. Yaşanan ve sayfalara sığmayacak bir dolu anı var şimdi belleğimde. Nikah kokteylimde makyajıma yaptığı son rötüşlerle daha da güzelleştiğimi anımsıyorum, o anı yaşatan fotoğrafa bakarken. Üzerindeki hardal renkli (belki de koyu kahveydi) takımı ve kızıl saçları ile yan yana durup hiç bitmeyecek bir gülümseme yansıtıyoruz fotoğrafa. O zamanlar Ümitköy'deki evinde yaptığımız salataları ve sohbetleri özlüyorum gizliden gizliye. Hiçbir şey giremiyor aramıza; ne uzun zaman görüşememek, ne farklı yaşamlar, nede yeni insanlar. Ayrı şehirlerde yaşıyoruz artık ama biliyoruz ki ben onu, oda beni düşünüyor. Minik kızlarımızdan bahsediyoruz. Niye uzun zamandır görüşemediğimiz için hayıflanıp, planlar yapıp, bir dahaki sefere mutlaka görüşmek üzere sözleşiyoruz umutla...
Sonra Canım Bilge'ciğimin muzur gülümsemesi beliriyor, etrafına ışıltılar ve sevgiler saçarak. Onunla yan yana odalarda geçirdiğimiz iş hayatımızın anılarıyla oyalanıp duruyorum. Bana verdiği huzurun sıcak varlığı, yaşamıma kattığı doğrulukları, yaşamımdan çıkarmama yardım ettiği yanlışları fark edip yine, yeniden mutlu oluyorum. Bir gün rüyamda nişanlandığını ve yüzüklerine mavi kurdele taktığını görüyorum, anlatıp kikirdiyoruz heyecanla. Sonra bir Cuma gecesi İzmir'e gidiyoruz birkaç arkadaş, Bilge'nin nişanı için. Ne güzel olmuş bordo kıyafeti içinde, parmağında bir nişan yüzüğü, gözleri ışıl ışıl ve yüzüğün ucunda mavi bir kurdele sallanıyor usul usul. Bir çökertme türküsü eşliğinde, fuarın tatlı esintisi karışıyor sıcak İzmir gecesine. Sevgili Bilge'ciğim, hala hemen hemen her hafta konuşuyoruz senle. Görüşmeyeli belki 1 sene oldu ama biz biliyoruz; saçlarımızın ne kadar uzadığını, ne kadar kilo aldığımızı, neremizin genişlediğini, çocuklarımızın sorunlarını, kocalarımızın tatlı huysuzluklarını, bitmeyen kadınsal bunalımlarımızı, vs vs... Bilge şimdi hatırlar mı (?) bilmiyorum ama, ben her defne yapraklı biftek yaptığımda onu hatırlarım, sinsice gülümseyerek. Bekârken, var olduğunu bildiğim ama kim olduğunu henüz bilmediğim erkek arkadaşına (şimdi kocası Cem) pişirdiği defne yapraklı bifteğin kokusu, Bilge'nin gözündeki o hiç gitmeyen muzip ışıltı dün gibi aklımdadır. Bilge'nin hayatımdaki yeri her zaman farklıdır ve öyle olmaya devam edecektir. A.Ayrancı'nın bir sokağındaki o sevimli, sıcak evin, eşim Bülent'le ilk tanışmamıza mekan olduğunu hatırlarım hayaller kurarak. Yine karlı bir Ankara gecesi, yine aylardan Ocak'tı. Onun İzmir'den gelip Ankara'da devam ettirdiği yaşam, benim Ankara'dan gelip İstanbul'da sürdürdüğüm yaşama ışık ve umut katmıştır her zaman...
Sonra Didem diye tatlı, güzel ve şirin bir kız giriyor yaşamımda başlayacak yeni bir dönemim orta yerine. İlkin hiç sevmiyorum onu, belki de öyle sanıyorum. O zamanlar hem heyecanlı hem de üzgünüm biraz. Evlenip; işimi, evimi, ailemi bırakıp İstanbul'a geleceğim ve yerime birini almışlardı. Bu, o kadar olağan bir durumdu ki ancak, ben bunu çok anlayamadım. Bilge kızdı bana "kızcağıza öyle davranma" diye. Ona da kızdım. Benim yerimi o alacaktı, dolayısıyla da benim Bilge ile olan arkadaşlığım, masam, patronum ona miras kalacaktı. Hiçte öyle olmadı. Çok iyi dost olduk. Hatta o kadar sevdik ki birbirimizi, yıllarca kopmayacağımızı anladık. Sıkıldıkça, arada bir beni yoklayan bunalımlar dokundukça bir yerlerime, hemen geçip computerimin başına, yazıyorum ordan burdan... Ertesi gün yollayacağı ve yollamayı asla ihmal etmediği mesajlarını açıyorum hevesle. Verdiği akıllı cevaplar karşısında duyduğum o tatlı ve kımılgan huzur onu daha da sevdiriyor bana. Hayata karşı gösterdiği enerji ve pozitif bakışı kıskanmıyor değilim. Bana hep küçük kız kardeşimin sıcaklığında ve sevimliliğinde yaklaşıyor ve öylece seviyorum onu. Biraz çılgındı ve çılgınlığı konusunda bizi yanıltmayıp evlenerek Güney Amerika'da Şili'ye yerleşti. Çoktandır onu da görmüyorum ama, çok sık e-mailleşiyoruz.
4 senedir aynı apartmanda oturmamıza rağmen iki yıl evvel keşfediyoruz birbirimizi, oda aynı yaştaki çocuklarımız sayesinde. İlkin selamlaşıyoruz, sonra ayaküstü sohbetlerimiz başlıyor. Çaya davet ediyoruz birbirlerimizi, sonra çocuklarımızın kısa sürede arkadaş olma yeteneklerinin bize de bulaştığını fark ediyoruz sevinçle. İstanbul'daki kocaman yalnızlığımın içinde müthiş bir ışık oluyor. Kakaolu keklerin, kabak tatlıların, falına bakılan kahvelerin tadı kalıyor damağımızda. Aynı şeyleri düşünüp, aynı tepkileri verdikçe, göz göze gelip aynı şeylere güldükçe diyorum ki, "Zeliha'yı hep seveceğim". Dertleşiyoruz durmaksızın, sohbet ediyoruz, gülüyoruz, dalga geçiyoruz. Spora gidiyoruz, Latin dansları öğreniyoruz kahkahalar atarak. Ellerimizde çocuklarımız parklara, tiyatrolara gidiyoruz. Hayatımızı adadığımız çocuklarımıza bir türlü bıraktıramadığımız emzik problemi, yapamadıkları kakaları, yemedikleri köfteleri konuşuyoruz tekrar tekrar. Kızımı Doğa'yı içim rahat ederek, huzurla bıraktığım tek insanın o olduğunu fark ediyorum hayretle. İş çıkışında evinin kapısından uğrayıp ta, "merhaba" dediğimde, kolumdan tutup yemeğe oturtuşu, "sen şimdi işten aç gelmişsindir" deyip ikram ettiği semiz otlarının ekşiliği, patates pürelerinin lezzeti doyuruyor karnımı. Şimdi her şeyimi onunla paylaştığımı anımsıyorum gülümseyerek. Bütün kızgınlıklarım, sevinçlerim, üzüntülerim ve gizlerim onun süzgecinden geçiyor. Bana benzeyen yanlarını gördükçe aramızdaki bağa bir düğüm daha atıyorum usulcacık. 4 yaşındaki kızım Doğa, Zeliha'nın 4 yaşındaki oğlu Yağız ile evlenmeye karar verdiğinde zaten akrabada olduğumuzu fark ediyorum gülümseyrek!!!
Sevgili Kızlar....
Ömrümün sonuna kadar hayatımda olun istiyorum. 33 yıllık yaşamımın hangi yılında, hangi gününde, hangi vaktinde tanıdım sizleri, tam hatırlamıyorum ama biliyorum ki, bundan böyle, ilelebet, yaşlanıp kırış kırış olana kadar, hafızamız yaşlılıktan pelteleşene kadar benim arkadaşlarım olarak kalacaksınız. Kalın lütfen. Daha durun, zaman çok. Önümüzde dolu dolu geçecek, kah üzülüp kah sevineceğimiz, ama her zaman sevinç ve mutluluk olmasını dilediğim, heyecanlanıp endişeleneceğimiz yıllar var. Acılarımızı paylaşacağız, bir daha olmamasını dileyerek. Çocuklarımızın okula başlayışlarını, heyecanlarını, ilk harflerini, kalem tutuşlarını konuşacağız. Düğünlerinde giyeceğimiz kıyafetlerin detaylarını tartışacağız, buruşan yanaklarımız için kremler önereceğiz. Saçları dökülen sevgili eşlerimizin eski hallerini anlatıp, aynadaki uzun saçlarımızı okşayacağız hain bir ifadeyle. Emekliliğin tadını çıkarırken daha sık görüşmek için sözler vereceğiz. Torunlarımıza bakmanın o derin ve yorucu hazzı dolduracak yaşlanmış yüreğimizi. "hayat ne kadar da hızlı akıyor değil mi, daha dün elinden tutup parka gittiğimiz, bisiklete binmeyi öğrendiğinde çığlıklar atan, emziği bıraktırmak için neler çektiğimiz sanki bu çocuk değildi?..." "Hiçbir çocuk açlıktan ölmüyor, neydi o çektiklerimiz, bir lokma yedirmek için yaşadığımız sıkıntılar, yaptığımız hokkabazlıklar", "ne günlerdi değil mi?" diye başlayan yüzlerce cümlemiz olacak. Değişen mevsimlerle birlikte, saç renklerimiz ve kilolarımızda değişecek elimizde olmaksızın. Bizim yıllardır süren dostluğumuzun, çocuklarımıza da geçmesini temenni edeceğiz. İşte böyle, hayat devam edecek farklı renklerin ve kokuların eşliğinde.
Umarım sizde aynı şeyleri hissediyorsunuzdur benim için.