Güzel bir yazı. Paylaşayım istedim...
Özgür Çocuklar
Bizler 80’li yılların apolitize edilmiş gençleri, ne yapacağımızı bilemediğimiz ortamda biraz sanata, edebiyata yöneldik. Biraz da markalara... Biraz dans ettik discolarda... Köşedönmeler, sınıf atlamalardan sözedilen bir ortamda, biraz da Kafka okuduk. Elimizden tutan, yol gösteren yoktu, kafamız karışmıştı. Politize abi ve ablalarımızdan birazcık da sorgulamayı ve karşı olmayı öğrenmiştik; ve şu sonuca vardık, iyi yetiştirilmemiştik. Anne ve babalarımızın yetiştirme tarzına karşıydık ve onların hatalarını tekrar etmemeye kendimizi adayarak, doğacak çocuklarımızı idealize ettik.
Çocuklarımız girişimci, kendini ifade edebilen, sorgulayıcı, duygu ve düşüncelerini rahatça ortaya koyabilen, kendine güvenli, kendini gerçekleştirme kapasitesine sahip ve güçlü olacaktı. Biz çocuklarımızla arkadaş olacaktık, özgürlükçü ebeveynler olacaktık. Çok kitap okuduk; psikoloji kitapları, nasıl mükemmel anne baba olunur kitapları, “çocuğunuza şunu şunu söylemelisiniz” hazır diyalog kitapları... O kadar yakındık ki çocuğumuza, her şeyimizi paylaştık onunla... Akıl danıştık. Koskoca, sınırsız bir alan açtık ona, tüm yetkileri tanıdığımız. Unuttuk bu arada yetki-sorumluluk yasasını, bilemedik alanın tüm sorumluluğunu da ona yüklediğimizi, düşünemedik çocuğun sınırsızlık içinde kaybolacağını... Çocuk merkezli hayatımızda, anne-babamızın yapamadığını yapmaya, mükemmel çocuğa öyle odaklanmıştık ki ve bu bizi öyle endişeli hissettiriyordu ki; kendimizi, çocuğumuzu, burnumuzun ucunu göremez olduk. Önce “babası yüzünden” “annesi yüzünden” dedik. Sonra,”sen misin anne(baba) ben mi?” diye bağırdık çocuklarımıza ve dedik; “eskiden daha iyimiş, dayak cennetten çıkma”... Dayak ve arkadaş olmak arasındaki koskoca yelpazede nerede durmamız gerektiğini bilemedik. Koştuk psikoloğa, istedik o iyileştirsin çocuğumuzu. Biz elimizden geleni yapmıştık çünkü... Ya da reçete versin elimize, nasıl davranmamız gerektiğini maddeleyen. Psikolog bize yöneldi. Hayır, biz didinip durmuştuk, sorun çocuğumuzdaydı. Biz onun yaşındayken böyle miydik? Sorun bu zamanın çocuklarındaydı. Sonra daha iyisini aradık, başka birine götürdük.
Bu noktada mesleki bir deneyimimi paylaşmak istiyorum. Bundan 4-5 yıl önce, semt okullarından birinde çok tatsız bir olay meydana gelmişti. Bir servis şoförü birkaç meslektaşını öldürüp, avludaki Atatürk büstünün önünde intihar etmişti. Dershaneler avluya baktığı için, çocukların büyük çoğunluğu, uzun süre orada kalan kanlı cesedi görmek zorunda kalmıştı.
Bu okulda, ekip olarak kriz müdahale çalışması yapmak üzere görevlendirilmiştik. 4,5,6,7. sınıf öğrencileriyle yaptığım çalışmalarda, olay sırasında ne yaptıklarını sordum. Sadece birkaç öğrenci anne ya da babasına ulaşmaya çalıştığını söyledi. Ve tümüne sordum: “Annenizi ya da babanızı aramayı düşünmediniz mi?” Ve hepsi sözleşmiş gibi şu cevabı verdi. “Annem çok telaşlıdır. Böyle bir şeyi söylesem herhalde dayanamaz, ölürdü. Onu telaşlandırmak, üzmek istemedim.” Nasıl olur da bir çocuk, böyle bir panik ve keşmekeş içindeyken, avluda kanlar içinde bir cesede bakarken ve böylesine bir destek ihtiyacındayken annesinin kaygılarını, sağlığını ön plana alabilirdi? Kimdi anne olan? Sahiplenmesi, avutması, koruması gereken? Kimdi çocuk? Bir şeyler ters gidiyordu. Kafa karıştırıcıydı.
Kaldığımız yerden devam edelim... Neden bu kadar güçlü, güvenli, özgür çocuklar yetiştirmeyi hedefledik? Ve her şey onun için, hayatta en önemli şey oğlum/kızım dedik. Bu özellikler bizde olmadığı için mi..?
Hiç baktık mı, biz hayat karşısında nasıl duruyoruz. Biz hayatı kontrol edilmesi gereken bir şey olarak algılarken, kaygı ve endişe içindeyken, nasıl öğretebilirdik ki çocuğumuza, hayatın güvenli bir yer olduğunu ve onun güvende olduğunu. Bu yüzden kitaplar işe yaramadı. Hedef peşinde koşarken, göremedik aslında çocuğumuzun neye ihtiyacı olduğunu. İmkansız hedefe ulaşmaya çalışırken daha da güçsüzleştik, güçsüzleştikçe yeni çözüm umutları planladık ve yine koşmaya devam ettik.
“Çocuğumla arkadaşım” derken, aslında “Çocuğumla kendi yüklerimi/sorumluluklarımı/baş edemediklerimi paylaşıyorum” mu diyorduk. “Ben de seninle birlikte öğreniyorum anne (baba) olmayı.” derken ona, “Anne (baba) olmak çok zor, gel bir ucundan da sen tut” mu diyorduk aslında. Hatalı bulduğumuz ebeveynlerimizden beklediklerimizi mi almaya çalıştık ondan. Ya da bir türlü beslenemediğimiz eşimizin/sevgilimizin açığını mı kapatsın istedik... Sonuçta; yasladık başımızı onun küçük omuzlarına...
Oysa ki biz, önce anne babamızın çocuğu olmadan büyüyemezdik.
Bilseydik anne, baba olmanın öğrenilmeyeceğini, sadece olunacağını. Bilseydik anne baba olunduğu anda, zaten en iyi anne ve baba olunduğunu... Daha sakin olurduk o zaman ve endişesizce tanışırdık çocuğumuzla...
Çocuk alanında sınırlar ister. Konturları çizilmiş net hatlar ister. Çocuk yönlendirilsin, kafası karışıksa netleştirilsin ister. Bu alanda güvenle ebeveynlerine yaslanmak ister. Çocuk, anne babasının idealize ettiği çocuk değil, kendi olmak, sadece öyle kabul edilip, sevilmek ister. Çocuk, çocuk olmak ister.
Bizler, 2000’lerin orta yaşlıları, artık büyüyelim ve durup bakalım kendimize. Bakalım ve bırakalım onu, çocuk olmanın özgürlüğüne.
Minik omuzlarında kaygıyı, öfkeyi, isteksizliği taşımaya çalışan
tüm çocuklara kucak dolusu sevgiyle...
Uzm. Psk. Nilgün Seyhun Çakır
http://www.hellingerturkiye.com/7b4.htm