İbrikçi başılık
Hikâye ünlüdür. Adamın biri emekli olmuş. Ona buna emir verme
olanağını yitirmiş. Ne karşısında saygıyla ayakta duranlar, ne bir yere
girerken saygıyla ayağa kalkanlar...
Kimsenin artık iplediği yokmuş emekliyi. Adam bu ilgisizlik
karşısında bunalmaya başlamış. O tarihte Yenicami helaları önünde
ihtiyacı olanlara parayla su satan ibrikçiler varmış. Bizim emekli de
orada kendine bir yer bulup, ibrikçiliğe başlamış. Ancak ayrı ayrı
renklere boyamış her ibriği; örneğin birini sarıya, ötekini maviye,
üçüncüsünü kırmızıya...
Sıkışanlar hızlıca önüne gelip ibriklerden birine uzandılar
mı, oturduğu yerden:Bırak onu sarıyı al, dermiş...
Sarıyı alan olursa:Bırak onu, maviyi al...
Böylece emir verme özlemini rahatlatırmış.
Eski İstanbullular bu hikâyeden kinaye, ona buna gereksiz yere
kumanda etmeye kalkanlara:İbrikçi başılık ediyor kerata, derlerdi.
Küçük ve ezik insanlarda çok rastlanır bu duyguya. Ellerine
fırsat geçti mi, önemlerini kanıtlamak için yapmadıkları densizlik
Fakülteye gittiğim yıllarda, evi geçindirmek için, dışarıda da
çalışırdım. Sınav notlarının asıldığı gün, işten erken çıkamadım.
Çalışma saatinin bitiminden on beş yirmi dakika kadar geç geldim fakülteye.
Kapıcı kapıları kapatmış, önünde sigara fosurdatıyordu. Kapıların
camlarından içerideki tahtalara asılmış not listeleri görünüyordu.
Kapıcıya:Şu kapıyı beş dakika aç ne olur, notlarımı öğreneyim,
diyordum.
Kapıcı yüzüme bile bakmadan, "Olmaz" diye başını arkaya
doğru sallıyordu. - Peki sen benim yerime bak notlara...
Aynı kayıtsızlıkla "Olmaz" diye sallanan baş...
Ne kadar yalvardım, ne kadar rica ettim, kapıyı açtıramadım.
Notlara da gidip bakmadı kapıcı...
Meraktan bütün gece uyuyamadım, sabahı zor ettim.
Fakülte kapıcısı elde ettiği bir egemenliğin bütün tadını,
benim heyecan ve sinirden titreyen sesimle kapı önündeki
çaresizliğimi seyrederek çıkarmıştı. Forsunu ve etkenliğini değerlendirmişti.
Sonra çok rastladım böylelerine. Alt kademelerde, üst
kademelerde, her yerde.
Sanırım en geniş tutku, kişilik tutkusudur bizim toplumda.
Kişilik sahibi olmak, kişilik sahibi olduğunu göstermek, kişiliğini
kanıtlamak; gerilmiş dudaklarda, sert bakışlarda, çatık kaşlarda
yalazlanır durur... ***
Peki ama kişilik nedir? Kimseyi umursamamak, başkalarına üstün
ve korkutucu görünmek gibi katı davranışlar dizisi midir?
Genellikle böyle ilkel bir rolü benimsemekte aranmaktadır
kişilik. Oysa kişilik ancak yaratmakla mümkündür. Yaratıcı
olmayanların
kişiliği bir taklitten ibarettir. Kimlerden korkuyor, kimlerin önünde
eziliyorlarsa; onları taklit ederler. Bürokraside çok açık
görülür bu. ***
Ve bir toplumda yaratıcılık ne kadar gerideyse, kişilik
tafrası da o kadar yukarıdadır.
Hiçbir şey yaratmayan bir insan, neyin kişiliğini taşımaktadır
içinde? Olsa olsa zebaniliğe dönüşmüş bir eksiklik duygusunun...
Yaratıcılığı burada çok geniş anlamda değerlendirmek gerek.
Çevresinde mutluluk yaratmaktan, bir kilim nakışı yaratmaya; bir yeni
fizik formülü yaratmaktan, insanlarda bilinç yaratmaya; sanatı ve doğayı
yeniden içinde yaratmaya kadar; insana özgü bir beyin ve gönül
dinamizmi olarak, derin bir öz olarak görmek gerek burada yaratıcılığı...
Böyle bir çilesi, böyle bir endişesi, böyle bir yaşam ırmağı
olmayanlar, kendi kuruluklarının odunluğunda höthötçülükten medet
umarlar.
Ve daha olmazsa kenefe çevirdikleri demokrasinin önünde
taharet suyu satarak ibrikçi başılık ederler...
Can Dündar