BERNA
Erkenden yine hastanedeyim: Taksim İlk Yardım. Garip bir hastane burası. Keşmekeşi sağlam ama personeli beklemediğiniz kadar güler yüzlü. Bu güler yüz sıra beklemenin sıkıntısını alıyor üzerinizden. En yakın arkadaşlarımdan birinden geçen hafta telefon geldi. Göğsünü aldırmış! Kemoterapiye başlıyormuş. Bunun üzerine ben de artık epeydir aksattığım kontrollerimi yaptırmak istedim. Diğer tahlillerim temiz çıktı. Bugün de geçen hafta çektirdiğim mamogram sonuçlarımı alacağım. Büyük olasılıkla hiçbir şey çıkmayacak ama en azından içim rahat edecek.
Mamografi ve ultrasonografi salonuna giriyorum. Görevli genç dosyaları karıştırıyor, dosyamı bulup göz atıyor “size ultrason yazmışlar” diyerek bana bir sıra numarası veriyor. Bunu beklemiyordum açıkçası, biraz duralıyorum. “Neden ultrasona gerek görmüşler” diye soruyorum. “Bir kez daha incelemek istiyorlar herhalde” diyor. Sıkılıyorum. Rutin bir kontrol için geldim buraya. Tamam, bir sene kadar geç geldim ama en son röntgenim normaldi. Hay Allah! Diğer salona geçip bir sandalyeye oturup beklemeye başlıyorum. Kadınlarının çoğunun birer göğsü eksik bir sülaleden geldiğim için kontrollerimi aksatmıyordum ama hayat memat derken aksattım işte. Canım sıkılıyor. Birden kendimi çok yorgun hissediyorum. Yorgunum. O sandalyede öylece oturuyorum. Düşünemiyorum. Öylece duruyorum.
Hayatta durduğunuz anlar vardır ya. Durursunuz. Ben bir sene öncesine kadar durmayı beceremeyen insanlardandım. İçimde bir enerji, bir hareket… Kafasında ajandasıyla dolaşan biriydim. “Şimdi şu yapılacak, bir saat sonra bu yapılacak. Akşamüstü eve telefon et. Kızın ödevlerini sor. Okulu nasıl geçmiş öğren. Kırtasiyeden bir eksiği var mı sor. Gün içinde anneni ara, babanı ara. Tamirci ne zaman çağrılacak planla. Toplantı hangi gündü, raporu hazırla. Akşama ne giyeceğim. Kuaföre hangi aralıkta gitmeliyim. Epeydir Zekiye’yi aramadım, öğlen Zeko’yu ara!..Yap Et Ara Bul Koş…Koş kızım koş.
Sonra bir gün omuzlarımın ne kadar çökük, enerjimin artık ne kadar bitik olduğunu fark ettim. Tatil, yoga, meditasyon fayda etmedi. Bir gün bunları düşünüp bu zihinsel yorgunluğumla nasıl baş edeceğimi bulmaya çalışırken kendi kendime “bir dur kızım ya” derken çarenin aslında bu olduğunu fark ettim: Durmak. Öylece durmak. Trakyalıların deyişiyle “Malak gibi durmak”. Zihni boşaltmak. Bir saat sonrasının planlarını aklımdan geçirmemek. Kafamdaki haftalık ajandamı Allah’ın her günü kafamdan kontrol etmemek. Bugünlerde bu konuda epey yol almış ve artık yorulduğunda durabilen bir kadın oldum. Ama bugün hastane koridorunda sıra beklerkenki “durmam” aslında durmaktan çok “kala kalmak” sanırım. Evet, kala kalıyorum.
Bir ara başımı kaldırıp etrafıma bakınıyorum. Gülümseyen hiçbir kadın yok etrafımda. Mamografi için sıra bekleyenler, ultrasonografi için diğer kapının yanında toplanmış kadınlar… “Elbette kimse gülümsemeyecek, bizler burada kanser olup olmadığımızı öğrenmeye gelmiş kadınlarız” diyorum kendime. Kanser en sinsi haliyle, en kadınsı yerlerimizden vuruyor bizi. Memelerimizden, rahmimizden. Bizi en çok kadın yapan yerlerimizden. Gazetede her gün “domates kanserin ilacı, bakla kanseri önlüyor, kereviz yiyin sağlıklı kalın” türü haberleri her okuduğumuzda aklımıza şüphe düşüyor. Ne kadar ertelesek de bir gün kendimizi işte bu koridorlarda buluyoruz. Yüzlerimiz sıkıntılı, içimizden dualar ederek…
Salondaki hanımlar genellikle orta yaşın üstünde, aralarında en genç benim galiba. Ama türbanlı, çarşaflı kadınların yaşını kestirmek çok zor. Çantamdan kitabımı çıkarıp kendimi “durma” konumumdan “etrafımdan soyutlanma” pozisyonuma getiriyorum. Elimde iç yolculuğunu yapan bir kadının kitabı var. Etrafımda da içlerini merak eden kadınlar var. Fesuphanallah!
15–20 dakika arayla hemşireler kapıya çıkıp bir isim okuyorlar, içeri bir hasta alıyorlar. Yanımda benden birkaç yaş daha büyük, modern giyimli bir kadın oturuyor. Deri mont, topuklu botlar, hafif makyaj. Sıkıntıdan sigara içme isteğim dayanılmaz hale gelince dönüp rica ediyorum. “Sigara içmeye dışarı çıkacağım, ismimi okurlarsa döndüğümde bana söyler misiniz, ismim Mine” diyorum. Bana bakıp gülümsüyor, “ben de Berna, memnun oldum” diyor. Böylece tanışıyoruz Berna’yla.
Dışarısı kalabalık, herkesin elinde bir sigara. Tütüyoruz. Tahlil için kan vermiş, kolu pamuklu hastaların elinde bile sigara var. Milletçe tütüyoruz. Bir iki telefon görüşmesi yapıyorum. Bodrum katın penceresindeki menekşelere bakıyorum. Önümden insanlar geçiyor. Hastalar geçiyor. Çocuk hasta gördüğümde içimden sarılmak geçiyor. Hamile gördüğümde içimden bin tane öğüt vermek geçiyor. Yaşlı hasta gördüğümde içimden yardım etmek geçiyor. İçimden hayat geçiyor.
Döndüğümde Berna aynı yerde, aynı yüz ifadesiyle oturuyor. Yine yanına ilişiyorum. “İsminizi okumadılar henüz” diyor. Teşekkür edip tekrar kitabıma gömülüyorum. Biraz sonra hemşire Berna… diye sesleniyor. Berna’nın hafifçe iç çekişini hissediyorum. Ultrason odasına girerken gülümsemeye çalışıyor.
İçeride olacakları düşünüyorum. “Şurada soyunabilirsiniz” diyecekler, Berna üst giysilerini çıkaracak, kollarıyla göğüslerini saklamaya çalışacak. Sonra o buz gibi muayene yatağına yatacak. Doktor “kollarınızı çekin” diyecek, Berna biraz utanacak, sonra içinden “doktordan utanılır mı” diyecek, doktor memelerine ultrasonografi jelini sürecek. Berna irkilecek, kendini yapış yapış hissedecek. Arada kafasını çevirip ekranda gözüken siyah beyaz görüntülere bakacak. “Demek memelerimin içi böyleymiş” diyecek. 15–20 dakika sonra “tamam, giyinebilirsiniz” diyecekler. Berna kâğıt havluyla vücudunu silecek, hemen eve dönüp duş almak isteyecek. Giyinip çıkacak. Sonucunu bekleyecek.
Ama öyle olmuyor. İçeri gireli 35 dakikayı geçti, Berna hala çıkmadı. O içerdeyken iki doktor daha girdi odaya. Ben kitabımlayım ama akıl gözüm kapıda. Bir ara tekrar saatime bakıyorum. 45 dakika oldu. Dışarıdaki hanımlarda söylenmeler başlıyor. “Bu kadar uzun sürerse yandık” diyor, kocasıyla gelmiş çarşaflı bir kadın. Yüzünden zaten sıkılmış olduğu belli olan kocası “ben biraz hava alayım” deyip kadınların arasından uzaklaşıyor. O gidince kadın kadına kalıyoruz. Memelerimiz bize düşman! O anda biz de memelerimize düşmanız. Ama bu ortak düşmanlık kadınlar arasında dostluk yaratıyor. Sohbet ediyoruz. “Benimkinde bir şey yok, normal kontrolüme geldim” türü, ama aslında “Ben kanser olamam. Kanser başkalarının başına gelen bir şeydir. Benim başıma gelmez” içsesli, sohbetler bunlar. O ekranda gözükecek minicik ama yoğun bir kütle hayatımızı değiştirebilir. Sevmiyoruz o kütleyi. Nefret ediyoruz kanserden. Ama kanserden nefret ettikçe, o salonda başka türlü kolay kolay bir araya gelmeyecek kadınlarla ortak noktamızda buluşuyoruz:
Memelerimiz var bizim!
Kimimizin göbeğine kadar sarkmış yaşlı ve çok çocuk emzirmiş, kimimizin bebek ağzı değmemiş, çocuğumuz sarıldığında dünyanın en güven verici yastığı olan, kimi gün dolmuş ama akamayan süt bezleri yüzünden acı içinde olan, kocamızın sevdiği, sevgililerimizin taptığı memelerimiz var bizim. Çok seviyoruz memelerimizi.
Sutyenlerimiz var bizim!
Bir organ için yaratılmış en işlevsel ve en süslü kıyafet sutyen olsa gerek. Dantelli, renkli, ince askılı, kalın askılı, toparlayan, dikleştiren bazen de tamamen süs için yaratılmış, arada bluzumuzdan göründüğünde karşımızdaki erkekte dokunma hissi uyandıran, bazısına iç çektiren, giydiğimizde bizde güven uyandıran, modern çağın zırhı sutyenlerimiz var bizim. Her kadının birkaç tane sutyeni var. Kaç kişiliğimiz varsa o kadar çeşit sutyenimiz var bizim. Spor yaparken ayrı, hamileyken ayrı, süt verirken ayrı sutyen kullanırız biz. Seksi olmak istediğimizde danteller, satenler seçerken, işe giderken beyaz bluzumuzdan belli olmasın diye ten rengi sutyenler alırız biz. Çok seviyoruz sutyenlerimizi.
Ama bazılarımızın sutyeninin bir tarafı boştur. O kahrolası kanser almıştır memelerimizden birini. Memesini kaybetmek ilk anda bir kadının özgüvenini kaybetmesi demektir. Zamanla kadın toparlar kendini ve yaşadığına şükretmeye dönüşür bu kayıp. Kadınlar çok güçlüdür, bilirsiniz. Sutyeninin bir tarafı boş olsa da kadın yine güzel hisseder kendini. Tek memeli kadınlar da çok güzeldir çünkü. Ben “Amazon” diyorum onlara. Bizim şu Karadeniz’deki savaşçı kadınlar gibi. Amazonlar bir ellerinde kılıç tutarken diğer elleriyle kalkanı daha güçlü tutabilmek için bir memelerini kestirirmiş. Güçlü, güzel, akıllı kadınlarmış Amazonlar. Birçok güçlü düşmanla savaşmışlar ve hep yenmişler. Bizim modern Amazonlarımız da kanserle savaşıyor günümüzde. Üstelik öyle bir savaşıyorlar ki esas kanser korksun bizim Amazonlardan.
45 dakika sonra Berna dışarı çıkıyor. Ağzımdan istemsiz bir “ne kadar uzun sürdü” kaçıyor. Berna bana “bir şeyler buldular da ona baktı doktorlar” diyor. Keşke susmayı becerebilseydim, zaten yüzünden içeride hoş şeyler duymadığı anlaşılıyor. Karşımdaki sandalyeye ilişiyor. “Bir şey çıkmaz, endişelenmeyin hemen” diyorum, söylediğime inanmak isteyerek. Başka kadınlar lafa karışıyor. “Üzülme, benden parça aldılar, temiz çıktı, kontrole geldim şimdi” diyor başka bir kadın. Diğeri “parçayı iğne ile mi aldılar?” diye soruyor. “Evet” diye cevaplıyor kadın. Berna’nın çantasının üzerine kavuşturduğu elleri, iğneyi sanki o an batırmışlar gibi göğsüne gidiyor usulca, “acıyor mu?” diye soruyor. “Benimki acımadı” diye cevaplıyor kadın. “Benimki kesin acır” diyor yavaşça Berna. Dudaklarını sıkıyor. Hep yere bakıyor artık. Yanına gidip elimi omzuna koymak, hatta omuzlarına sarılıp güç vermek istiyorum. Hemşire elinde bir raporla Berna’nın yanına gidiyor, “bu kâğıtla genel cerrahiye başvuracaksınız, biyopsinizi yapacaklar ama önceden kaydınızı yapın ki dosyanızı açsınlar” diyor. Berna kâğıda bakıyor. “23 gün sonra…” diyor. Tekrar sandalyeye oturuyor. Yok yok, oturmuyor… Çöküyor Berna… Gözlerimin önünde çöküyor Berna. “Keşke eşim de gelseydi bugün, hiçbir şey soramadım doktora” diyor.
“İşte tam da şu anda bir şey oldu” diyorum kendime, kareyi zihnimde durdurarak. Tam da şu anda bir kadının hayatı sonsuza kadar değişti işte. Artık Berna hiç eskisi gibi olmayacak. Sonuçlar temiz çıksa bile bu 23 günlük süreci hiç unutmayacak. Berna bu akşam eve gittiğinde kocasına “doktorlar göğsümde bir şeyler buldu” diyecek. Kocası sararacak ama “endişelenme, bir şey çıkmayacak” diye onu rahatlatmaya çalışacak. Muhtemelen çocuklara henüz bir şey söylemeyelim diye karar alacaklar. Ama çocuklar hayatlarında bir şeyin değiştiğini anlayacaklar. Çocuklar anneyi anlar. Eğer bir anne yerli yersiz sıkı sıkı sarılıyorsa yavrusuna , çocuk annesini kendisine bakarken gözleri dolu dolu yakalıyorsa, komşuyla konuşurken annesi gözlerini siliyorsa… Anlar çocuklar. İşlerin yolunda gitmediğini anlarlar. Ve eğer anne açıklama yapmıyorsa çocuklar sessizleşir ve felaketi beklemeye başlarlar. Bir çocuk için en büyük felaket annesini kaybetmektir. Ama anne zamansız ve amansız bir hastalık yüzünden gideceğini biliyorsa, geride bir çocuk bırakmanın anne kalbindeki acısı dünyanın en büyük acısıdır belki de.
Dayanamıyorum, Berna’nın yanına oturuyorum. “Bak henüz bir şey belli değil ama belli olsa bile artık bu yenilmeyecek bir hastalık değil” diyorum. “Benim çok akrabam atlattı. Bir arkadaşım da aslanlar gibi savaşıyor bu hastalıkla. Ama doktorun ilk söyleyeceği şey stres ve üzüntü yok olacak. O sebeple şimdiden hırpalamayın kendinizi lütfen.”
Berna uzanıp sıkıca elimi kavrıyor. “Teşekkür ederim” diyor. “Ailenizde yoksa bu meret, daha rahat olun hatta” diyorum. “Benim ailemde çok kanser hastası vardı hepsi atlattılar, iki teyzem, halam, babaannem… Şimdiden endişelenmeye hiç gerek yok, ayrıca 23 gün beklemeyin hemen başka bir merkezde çektirin ultrasonunuzu” diyorum. Sürekli kontrole gittiğim kanser vakıflarından birinin telefonunu karalıyorum bir kâğıda. Biraz rahatlıyor sanki. “Daha geçenlerde bir arkadaşımın göğsünü alıp kemoterapiye başladılar. İki çocuğu var arkadaşımın, elbette başta biraz sarsıldı ama şimdi hangi model, hangi renk peruk alsam diye düşünüyor. Ben de ona daha önce hiç cesaret edemediğin bir model ve renk olsun diyorum”… Elini elimden çekmiyor. Öylece el ele oturuyoruz. Kadınlar da yanaşıyor yanımıza, birisi Berna’nın omzuna dokunuyor, “Yapma be bacım, daha bir şey yok. Hemen üzme kendini ” diyor. Diğeri “bak çok gençsin bir şey çıksa bile atlatırsın, çaresiz değil artık bu dert” diyor. En yaşlımız “kızım, ben aldırdım birini, ama bak turp gibiyim hatta ikinci kocayı bile aldım tek mememle” diyor. Kahkahalar atıyoruz. Berna da gülüyor. Rahatlıyor. “Kalkayım da şu kaydımı yaptırayım bari” diyor. Sarılmaya başlıyor hepimize. Teşekkür ediyor. Bana sarıldığı sırada kapı açılıyor ve hemşire adımı sesleniyor. Mine…. İçim buz kesiyor. Kasılıyorum. Berna fark ediyor ve daha sıkı sarılıyor bana. Kulağıma “bir şey çıkmayacak, endişelenme hemen” diyor. Koluma girip beni ultrason odasına kadar götürüyor… Gülümsüyoruz birbirimize, anlıyoruz birbirimizi. İkimizde aynı anda birbirimize “geçmiş olsun kardeş ” diyoruz… Kanser hepimizi kardeş yapıyor.
BU YAZI CAN DOSTUMA VE AİLEMDEKİ TÜM CESUR KADINLARA YAZILMIŞTIR.
YANİ TÜM AMAZONLARIMA…
Not: Yapılan tüm tahlillerim iyi çıktı ama o süreçte de benden bu yazı çıktı. Sevgilerimle