• KİM SAKLAYACAK BENİM SIRLARIMI

    İnsan neden hayatındaki herşeyi not etmek ister acaba. Yaşanılan herşeyi, gidilen yerleri, sevişilen geceleri, sarfedilen sözleri, yapılan seyahatleri, dökülen gözyaşlarını, anlık kavgaları, günlük küskünlükleri, barışmaları, adet günlerini, arkadaş toplantılarını, alışverişleri, aile ziyaretlerini niye not eder bir yerlere. Ben tüm bunları yıllardır kayıt altına aldığımı farkettim. Yani sizin anlayacağınız kayıt dışı kalmış tek bir anım yok! Artık bir yerlere sığdıramadığım ajandalarla dolu kitaplıklarım. Onları taşıyorum ordan oraya, sanki hep benle olmaları gerekiyormuş gibi. Ve ben öldüğümde, kime bırakacağım konusunda endişelerim var. Kızıma bırakacak, şimdilik onyedi adet olan ve her sene artan ajandalar yük gelecek ona, biliyorum. Nereye koyacağını bilemeyecek. Annesinin sırlarını saklamak belki yoracak onu. Ama gizlerimi kim saklayacak benim? Kim onları benim özenle koruduğum gibi koruyacak? gibi endişelerim var. Belki bir gün, daha yaşlandıkça, ıssız bir yere gidip hepsini yakacağım, sırtımdan bir yükü atarcasına. Yükünü yere indiren yaşlı hamal gibi saklı bir “oh” çekeceğim. Ateşi ısıtsa da bedenimi, yüreğim buz gibi olacak. Sonra pişman olacağım köpekler gibi. Yıllarca özenle, korkarak, heyecanla yazdığım herşeyin kül olup, savrulacağını bilmek garip gelecek

    Ne atabiliyorum ne de kaldırabiliyorum, ne de onları hayatımdan çıkarabiliyorum. Geçmiş hep aklımda, tüm aytıntıları ile kalsın, diye mi yapıyorum acaba? Yoksa, ben şu gün şunu, şu gün bunu yaptım diye, on yıl sonra baktığımda herşeyi sanki dün gibi hatırlamak mı tüm dileğim. Bilmiyorum. Ama arada bir endişeleniyorum.

    Bir gün, sanırım üç beş sene evvel, Bostancı sahilinde eşimle yürürken, genç bir adam gördük. Yine esintili bir yaz akşamı idi. Dalgaların hiç oynaşmadığı, mimozaların uslu uslu salındığı, yosun kokan bir akşamdı. Adanın ışıkları öyle parlaktı ki, insan onları yere inmiş yıldız kümeleri sanıyordu. Genç adam elinde küçük bir ajandayı, sanki taşı fırlatacakmış gibi tutup atmak istedi. Gerildi, gerildi, sonra vazgeçti. Oturduk uzaktan seyrettik ne yapacağını. Sonra usulca kayaların üzerine oturup, bir kaç sayfayı okudu. Bir sigara yakıp, adaları seyre daldı. Tekrar ayağa kalktı ve bir kaç satır daha okudu. Usulca kapadı sayfaları. Avucunda özenle tuttu ajandayı ve ben o an anladım ki, asla ayrılmacaktı orada yazılanlardan. Büyük olasılıkla aşk acısı çekiyordu, hemde bunun o anda dünyanın en büyük derdi olduğunu sanıyordu muhtemelen. Aşk acılarının da zamana yenik düşeceğini henüz bilmiyordu! Anılarını, aşkını Marmara’nın sularına gömmeyecek kadar cesur olduğunu gösterdi. Niyeyse birden kendim geldim aklıma!

    Derdim yazı yazmak mı, hayatıma dair herşeyi not etmek mi? Buna cevap verebilmeyi isterdim kendi adıma. Atamamak sadece ajandalarla da bitmiyor maalesef. Benim evimin bir kutu gibi olduğu düşünülürse -ama gerçek bir kutu- bazı kağıt parçalarını da atamamak yakında çöp ev değil de, kağıt ev olacağını garantilemekte. Rolling Stones konserinin bileti, Mikerinos piramitine girmek için aldığım bilet, 1991 tarihinde doğumgünümde arayanların isim listesi ve arama saatleri (ne işe yarar ki bu allah aşkına), nişanımda gelen çiçeklerin üzerlerindeki notlar, Ürgüp gezisinde küs olduğum arkadaşımın bana yazdığı pusula, Roma’da ilk akşam yemek yediğimiz lokantanın camından gördüğüm ve yemeği bırakıp herkesin şaşkın bakışları arasında koşarak gidip aldığım kartpostallar, nikahta gelen telgraflar, 1999 depreminden sonra depremle ilgili olarak aldığım tüm gazeteler, 1990 yılında o günkü sevgilimin bana yazdığı, hemde bir gecede yazdığı 16 şiirin olduğu yeşil kaplı defter, Champs-Élysées de gittiğimiz şık restorantın hesap pusulası, vs, vs...

    Yazı yazmak istiyorum ben belkide. Gördüğüm, sakladığım en ufak kağıt parçası bazen ilham veriyor bana. Ve bahaneler üretiyorum yazabilmek için. Yazmak ama herşeyi yazmak. Aşklarımı, hayatımı, çocukluğumu, acılarımı, sevinçlerimi, yalanlarımı, heyecanlarımı. Sadece kendimle ilgili değil, hayatımda var olan, yakınımdan geçen, bir şekilde yollarımızın kesiştiği, iyi-kötü bir bağlantımın olduğu, kokusunu bildiğim, tadına baktığım, yaşamı paylaştığım, sırlarımı bölüşüp, sevinçlerimi çoğalttığım, acılarımı azalttığım herkesi yazmak benim istediğim. Bu aralar sabah akşam yazma sevdası var bende. Bazen gece bir şey düşüyor aklıma ve oturup yazabileyim diye bilgisayarımı açık bırakıyorum. Yazacak ne çok şey var hayatta. Ve bütün bunların farkındayım ben.

    Nasıl uyuduğum, rüyamda neler gördüğüm, uyandığımda ne hissettiğim, ne yemek istediğim, nasıl seviştiğim, nasıl orgazm olduğum, üzüldüğümde en çok neremin sızladığı, sevindiğimde nasıl enerjik olduğum, mekik çekerken neden zorlandığım, başım ağrıdığında ağrının başımın içinde nasıl yol aldığı, cami avlusunda kendilerine atılan yemleri yiyen güvercinler, çöp kutusunda isteksizce eşelenen sarman kedi, durakta bekleyen koca memeli şişman kadınla elinden sıkı sıkıya tuttuğu kadının şişmanlığına inat zayıf kızı, Kadıköy iskelesindeki bankta oturup simitini dişleyen boyacı çocuk, eski sevgilimi gördüğümde içimin nasıl çalkalandığı, gibi benim yazacak o kadar eften püften konum var ki. Ama en entresan olanı da, bunları yazmak için hevesimin olması. Ve farkettim ki, elle yazmak daha hoşuma gidiyor benim. Hani bildiğimiz eski tip mektuplardan yazıyorum sık sık, postalayamadığım. Kime ve niye yazıldıklarını değil, yazmak için yarattığım sebepleri seviyorum.

    Nerde duracağımı bilmeden, yazımın neyi anlattığını umursamadan yazıyorum son günlerde. Sonu gelmeyen, bir türlü noktalayamadığım bir dolu öykü beklemekte beni. Asla bitiremeyeceğimi bildiğim bir roman denemesi var elimde. Sonlarını getiremeyecek kadar yeteneksizleşiyorum çoğu zaman. Elime alıp da başladığım cümlelerin ağırlıkları belki de anlamsızlıkları daha da zorlaştırıyor hevesle yaptığım işimi.

    Derdim yaşamın sırlarını keşfetmek, bildiğimi sandığım keşifleri sunmak değil kimseye. Size cümlelerimi göstereyim istiyorum ben, yeni bisikleti ile hava atan mahalle çocukları gibi. Bisikletin burnunu havaya dikerek tek arka tekerin üstünde giden yetenekli bir binici gibi, bakın ben bunu böyle anlattım size, ben bu cümlenin verdiği tadı bilin istedim demek istiyorum. Cümleleri besleyen anlamların arasında birlikte olalım, diye yazıyorum son günlerde.

    Yazı yazmak ağrılıdır derler. Doğru. İnsan ancak kendi cümlelerini oluşturduysa yazmak kolaylaşıyor ve insanın ağrısı diniyor. Bu da ancak belli bir birikim ve sürecin sonucunda olacaktır. Yalnızken daha iyi yazdığımı bilir, depresifken kelimelere tıkıştırdığım anlamları daha çok severim ben. Rengi farklıdır o cümlelerimin. Aşıkken daha farklı yazarım ben, tadı daha egzotiktir yazılarımın. Her bir cümlemden aşk kokusu alırsınız, koklamayı biliyorsanız eğer. Göz kırpar size cilveyle, dikkatle bakabilirseniz. Sizi yoldan çıkarmak için didinir durur. Eğer sağlam duramazsanız da alıverir kollarına. Ona göre. Ağlarken kelimeler öyle hızlı gelir ki aklıma, ard ardına eklerken cümlelerin çoğunu unuturum. İşte o vakit yanyana getirdiğim tüm kelimelerim tuzlu ve ıslaktır.

    Bir gün uzak bir yerde, tek başıma yazacağım günleri hayal ediyorum. Hani filmlerdeki gibi bir sahil kasabasında, denize karşı, sırtımda kalın bir hırka, yanımdaki masada yarılanmış bir şarap şişesi, teypte Chick Corea çalarken, soğuk bir aralık akşamı, bulutların kalın ve gri olduğu bir günde oturup yazmayı ister benim arsız ruhum. Ya da eski aşkımın bana son mailinde yazdığı gibi, turuncu bir haftasonu sabahında, kapodokya da gün doğuşunu bir balonda karşıladıktan sonra anlatayım isterim gördüklerimi.

    Ernest Hemingway bir söyleşide demiş ki; yaratıcılığın, romantik özelliğin tersine, ekonomik rahatlığın ve sağlık durumun iyi olması, yazma üzerinde oldukça etkilidir. Ne doğru söylemiş, öyle değilmi? İnsanın sıkıntıları, yazarlığına etki etmemeli. Yaşamın kıstırmışlığı elini kolunu bağlamamalı, yaşamın içinde kör olan gözünüz renkleri nasıl yansıtacak ki biz okuyucuya, hadi söyleyin bakayım. İnsan yazarken özgür olmalı, hesap vermeden yazmalı, arsızca, şımarıkça hatta küstahça yazmalı, kaleme aldığı her konuyu.

    Gabriel Garcia Marquez’de, ustası kabul ettiği Hemingway’le ilgili anılarını anlatırken bir gazetede, ustasının sarf ettiği ”kişinin o günkü çalışmasını sadece ertesi gün çalışmaya tekrar nereden başlayacağını bildiği zaman kesmesi gerektiğidir. Yazma hakkında şimdiye kadar bundan yararlı tavsiye verildiğini düşünmüyorum. Bu şüphesiz yazarların en korkunç kabusuna (sabah bembeyaz sayfayla yüzleşmenin büyük acısı) karşı sunulmuş en önemli çaredir” cümlesinin kendine daima rehber olduğunu belirtmekte.

    İşte işin en zor tarafı buradadır. Demiş ya Hemingway, “yarın sabah nerden başlayacağını bildiğin vakit yazmayı kes” diye. Ben, ne zaman kesmem gerektiğini, ertesi güne nasıl başlamam gerektiği konusunda daima yanlış saptamalarla kötü bir başlangıç yaparım yazılarıma. Demek ki nereden başlayacağımı ve nerede keseceğimi öğrenenememiş biri olarak, bu işin sırrını henüz çözememişim. Yazık bana!

    Bu sevdanın yakında bir tutkuya dönüşeceğini umuyorum, tüm ruhumla. İnsanın hayattaki tutkularını keşfetmesi de ayrı bir yetenektir bana göre. Yeteneğimin değil belki ama en büyük hevesimin “yazmak” olduğu konusunda ben ikna oldum. Şimdiki derdim ise etrafımı ikna etmek. İnsan birikimleri ile yazabiliyor ancak. İlhan Selçuk’un dediği gibi, “yazarlık kumaşınız doğuştan varsa, yazabilirsiniz”. İnsan yaza yaza da gelişir mi? diye bir bilene sormak gerekecek benim için.

    Bir gün, bir tarihte, Büket Uzuner’in “İki Yeşil Susamuru” adlı kitabını okuyup ve o Amerikada’yken mailleşirken, bana “siz artık genç bir yazar adayı sayılırsınız, benim yazılarınızı okuyup eleştirmeme gerek yok, ancak ne yazdığınızı merak ettiğim için okurum” dediğini anımsıyorum şimdilerde. Evet, hâlâ ve ne yazık ki hiç bir şey değişmedi. Genç bir yazar adayı olarak devam ediyor yaşamım, üstelik başındaki “genç” tanımlaması da yakında kalkmak zorunda kalacak!

    İnsan “yazar” mı doğar bilmiyorum. Yazmak sonradan öğrenilebilen bir yeti midir? Birikim ve kültürel gelişimin iyi beslenmesi bence yazar olmak için yola çıkmaya kafi gelir. Ama bu yola devam etmek isterseniz, son durağa kadar gitmek ise amacımız; kitap okumalı, devamlı yazmalı, her gün üçyüz kelimelik cümleler kurmalı, dilimizi geliştirmeli ve o dilin gereklerine hakim olmalı demişti, edebiyatçı bir tanıdığım. Sanırım kimse doğuştan "yazar" doğmaz. Bunlar öğrenilebilen şeylerdir. Tamamen bir birikim ve kültürel gelişim sorunudur bu. İnatla yazmak gerekli. İnsanın kendi cümleleri ile yazmaya başlaması da bir süreç ve birikim sorunudur çünkü. Kendimize özgü bir üslubu ancak zaman içinde kazanabiliriz. Hayatım boyunca sürekliliği olan tek şeyin yazı yazmak olduğu farkettiğim o günden bu yana yazıyorum, bıkmadan. Sürekli birbirine çok benzeyen, birbirinin kopyası yazılara sıkıştığımı farkediyorum bazen. Kendimce derin bulduğum yazılarımın yanısıra, sığlığından ürktüğüm yazıları da farkediyorum. Belki herşeyi yazmak derdinde oluşum buna sebep oluyor olabilir.

    Herşeye rağmen, sonu nereye gider bilmiyorum ama ben yazacağım. Uçan kuşu, yağan yağmuru anlatmaya aynı hevesle, ama farklı cümlelerle anlatmaya, hiç ara vermeden devam edeceğim. Ben arsızca ve laf dinlemeden yazmayı sürdüreceğimi biliyorum. Senelerdir her akşam sektirmeden yaptığım gibi, günlüğüme bazen düz bazen ise şifreli notlar eklemeye de ara vermeyeceğim. Eski aşklarımı yazacağım bıkmadan. Belki de hep güzel şeyler yazmayacağım. Çok mutsuz anlarım da olacak elbet. Salya sümük ağlayacağım. Sık sık yaptığım gibi, bir iğrenç şarkıyı dilime dolayıp gezineceğim ümitsizce. Yaşadığım herşeyi büyüteceğim. Yazacak, anlatacak güzel şeylerim olur umarım. Kıskanılacak aşklarım olacak, biliyorum. Anlatmaya kıyamadığım saatlerim, mutluluktan ağlanılacak anlarım, sevinçten çığlık atılacak haberlerim, saatlerce anlatılacak heyecanlarım olur dilerimki.

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Ekim 2005
    İstanbul
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.