Geçenlerde Da Vinci Şifresi adlı kitabın yazarı Dan Brown yirmi adet imzalı kitap yollamış, Türkiye'den bazı kişilere. Bu haberi okudum, geçti gitti. Hatta dalga geçtim, niye bana yollamamış diye. Üstelik kitabı ilk okuyan binlerin arasında olduğum düşünülürse sevgili Brown'ın bu yaptığı pekte affedilir gibi de değil. Yazarı tarafından adıma imzalanmış bir Da Vinci Şifremin olmayışı kıskandırdı nedense beni.
Yine Radikal'de bu hafta içinde bir haber çarptı gözüme. Hemde Radikal gibi bir gazetenin ilk sayfasının sağ üst köşesinden verdiği ve oldukça iç ve iştah açıcı bir Pamela Anderson resmi ile desteklediği haber sıktı canımı. 37 yaşındaki televizyon starı ve playboy kızı edebiyata el atarak, bir genç kızın hikayesini anlatan "Star" adlı ilk kitabını yazmış. Muhteşem vücudunu kullanmadan, birazcıkta olsa var olduğunu düşündüğüm beynini vererek bir kitap yazmasını kıskandığımı itiraf etmeliyim tüm samimiyetimle.
Bu ara kitap ile ilgili herşeyi kıskanır oldum. Yeni çıkan kitapları, yeni yazarları, bana göre yazar bile olmayacakların kitap baskılarının 2. veya 3. olduğunu gördükçe kalbim sıkışacak gibi oluyor. Bunuda açıkça itiraf ediyorum size.
Son zamanlarda yazarlığını kıskandığım bir yıldız daha var. Bende de bir gariplik varki, şöyle tutup kendi halinde bir yazarı değil, başka parıltıları, dünyevi maziyetleri ile kendine cümle alemi hayran bırakan yeni yetme yazarları kıskanır oldum. Etkisi altında olduğu kabala felsefesini -bu arada o kadar çok farklı akımların etkisi altında üretmeye devam ediyorki buda şaşılacak ayrı bir konu- tüm dünya çocuklarına anlatma misyonu ile çıkardığı "İngiliz Gülleri" adlı kitabı ile 100 ülkede birden yayınlanan -evet yanlış duymadınız 100 ülke- Madonna dan bahsediyorum bu sefer. İlkin "İngiliz Güllerini" çıkardı. Okuyanınız oldumu bilmiyorum ama, ilk kitaptaki "Binah" karakteri ile kendi çocukluğunu anlattığı ve o karakterle özdeşleştiği yazıldı hep. Sonra "Bay Peabody'nın Elmaları" nı yazdı. Ama onu okumadım. Şimdi de "Yakov ve Yedi Hırsız" adlı kitabı yazmış bir arada derede. Ne üretken bir hatunmuş ki, son aylarda çıktığı dünya turnesi, sahip olduğu iki çocuk ve seri üretim felsefesi ile yazılmış 3. Kitap. Nasıl kıskanmayım söyleyin bana. Üstelik bu seri 5. Kitap ile sonlanacakmış.
Benim tarafımdan bakıldığında, işin en acıklı ve en trajik yani ise, 2004 yılının ilk yedi ayı içinde cumhuriyet tarihinde roman rekoru kırılmış. Yani roman yazma rekoru. Yine bu tarihlerde yayımlanan 150 adet romanın 70 tanesi "ilk" romanmış. 70 adet yazar adayı kitapçı raflarında ilk romanlarının gururu ile gezinmiş. Ele güne, arkadaşa, dosta haber salmış "ilk romanım çıktı" diye. Yani ben işsiz kaldığım süreçten bu zamana kadar boş oturmuşum. Ben dikiş kursunda etek ve pantolan dikmenin, kızıma elbise dikmenin püf noktaları arasında raks ederken millet oturup roman yazmış. Ben ne yapmışım, sülfile yapıp, teğel almışım. Bütün bunları okudukça, diktiğim herşeyi kesip atmak istiyorum. "İşsizken üretemiyorum" gibi kendimi kurtaracağımı düşündüğüm cümleler sarfetsemde, işin gerçek kısmı bu değil. Ben bu sene tembellik yapmışım. Zaten eşim o kadar sık uyarıyordu ki beni, bende "karışma bana, ilham gelmiyor" diye kızıp duruyordum ona. Bak ilhama, isteyene gitmiş. Demek ki çağırmayı, davet etmeyi bilmemişim ben.
Ülker'in sponsorluğunda çıkan "Leylek" adlı dergide çocuk ve anne sağlığı üzerine çıkan yazılarımı saymıyorum. Oda bir üretim ancak, o yazılar karşılığında para aldığım ve önceden taslak olarak belirlediğimiz başlıklara sadık kalarak kalemimden çıkan yazılar olduğu için beni temize çıkaracak yazılar olarak görülmemeli. Kısaca uzunca sayılabilecek bir zaman diliminde, bir öykü yazmamışım. Elimde var olan ise, Kültür Bakanlığı tafından basılma vaatleri ile bir sene zaptedilen ve sonrasında basılmayacağının nedenleri ile satırlanmış bir iki cümlelik antetli kağıt ve öykü dosyam ve yarım kalmış, daha doğrusu bir türlü yürümeyen bir kitap var. Bitecek mi dersiniz?
"Bunlar Son Mektuplarım Sana" adlı başladığım kitabım yürümüyor. Bunun için kızgınım kendime. Şimdiye değin yazdıklarımı onlarca kere okudum ve her defasında biraz fazla dramatik buldum. Yazma stilim nedense buna kayıyor hep. Düşündüğüm vakit, entresan bir kurgusu var. Ben yaşlarda genç bir kadının kocasına ve ailesine yazdığı mektuplar üzerine kurulu bir kitap bu. Bazen şimdiki zamanda bazen de çok eski zamanlarda geziyoruz. Neyse bitirebilmeyi umuyorum. Şu kıskançlık hallerinden kurtulursam ve ilham var olduğumu farkedip beni de ziyarete gelince yazacağım.
Yeni yazarlara eski üstadlardan hep şu öneri gelir; "günde en az 300 kelimelik yazılar yazın, hiç boş durmayın. Yazın ve bir o kadar da okuyun"
Vatan gazetesinde sahip olduğu köşede yazacak bir şey üretemediği zamanlarda, devamlı doğum anılarını ve bebeğininin gelişimini yazdığı için okuyucuları tarafından kıyasıya ve acımasızca eleştirilen İclal Aydın bile "Yaz Bitmesin" adlı "edebi" eserinin kaçıncı baskısı ile ne kadar övünse haklıdır. Eee ben ne yapmışım, gidip Kadıköy'deki cuma pazarından kumaşlar alıp, elimde Burda dergileri ile kalıplar çıkarmış, hababam dikmişim.
Nur Çintay diye bir köşe yazarı vardır. Böyle çerezlik şeyler yazar ve arada bir de derinlere iner. Geçenlerde köşesinde Bostancı'daki meşhur dondurmacı Yaşar ustayı kaleme almış. Yazıyı okuduğumda "pes yani" dedim. Öyle bir pes demişimki, gazetenin üzeri minik tükürük damlacıkları ile bezendi. Aslında kızıyorum ona ama Bostancı'lı biri olarak Yaşar Usta'nın varlığından sayesinde haberim oldu. Gerçekten yazdığı, köşesini işgal ettiği kadar varmış. Çünkü hayatımda yemediğim kadar lezzetli dondurmayı, o yazının akşamında yedim. Demek ki burdan çıkan sonuç, Sevgili Nur Hanım yazısı ile bir amme hizmeti yapmış oldu! Böyle dediğime bakmayın hepsi kıskançlıktan. Ben "ben canımın çektiği gibi yazıyorum, isterseniz okuyun" stili ile yazan Nur Çintay'ı, sevgilisi ile Santorini adasındaki aşk seyahatleriyle insanları dellendiren, kıskandıran, şimdilerde bebek haberi ile yine beynimizi ezecek ve bebekli yazıları ile ruhumuzun derinleri katmerleyecek ve de harmanlayacak olan Ayşe Arman'ı ve yazma stilinden nefret etmeme, kelime oyunları ile yaptığı cinliklere ölesiye ve biteviye gıcık ve de sinir olmama rağmen Perihan Mağden'ı, her röportajında tepesine yerleştirdiği güneş gözlüğü bütün sakinliği ile demeç veren ve Bitpalas adlı kitabı ile beni feci derecede bitlendiren Elif Şafak'ı de severim.
Niyeyse bu satırlardan sonra aklıma o müthiş atasözlerimizden biri geldi; "kedi uzanamadığı ete mundar dermiş!"
Kıskançlıktan mı, kendime kızdığımdan mı bilmem zamanımı dikişle işgal ettiğim için diktiklerimin hepsinden nefret eder oldum. İnsanın arada ruh hali değişir ya, hani kendimiz bile kendimizi takip edemeyiz ya, hah bende tam o ayardayım bu ara.
Yani yeni çıkan bütün kitapların yazarlarını, köşelerinde kafalarına göre yazan tüm hemcinslerimi kıskanıyorum işte, elimde değil.
Neyse, haftasonu kızkardeşimin nişanı için Ankara'da olacağım. Orası her zamanki gibi iyi gelecek bana. Annemle bitip tükenmek bilmeyen hazırlıklar yapacağız. O günün sabahı tatlı bir telaşla uyanacağız hep birlikte. Babam heyecandan bahçesinde gezinecek sabahın ilk ışıklarından itibaren. Dut ağacının altına gidip, tatlı bir hüzünle bir müddet dalacak. Annem kendi nişanlanacakmışcasına heyecanlı olacak. Bizlere komut verip duracak misafirler gelene kadar. Ablamın kızı ile benim kızım arasında yüzük tepsisini tutma mücadelesi olacak muhtemelen. Biri "benim teyzem" diyecek bir diğeri ise "hayır asıl benim teyzem" diye bağıracak. Sonra küçük Mustafa salyalarına akıta akıta dolaşacak misafirlerin arasında.
Kardeşimin sunacağı kahveleri muhtemelen ben yapacağım. Kahve köpüğü ve tadı konusunda babama göre uzman kişi benim. Şeker mi koysam yoksa yanlışlıkla tuz mu, bilemiyorum.
Demet Esrefoglu Vardar
Ağustos 2003