Diyarbakır…
“Bir zamanlar Karacadağ’ın Tepesi’nde, dağ büyüklüğünde bir ejderha yaşarmış. Ejderhanın ağzından çıkan alevler kasıp kavururmuş ortalığı. Günün birinde bir zincir şakırtısı duyulmuş. Zincir dağın içine inerek ejderhayı boynundan yakalamış ve göklere çekmiş. Halk böylece kurtulmuş bu ateş saçan ejderhadan...
Derler ki; Karacadağ’ın taşları işte o ejderhanın ağzından çıkan alevler nedeniyle yanmış, kararmıştır...”
Diyarbakır “taşlar”ın kentidir,
Diyarbakır “düşler”in kentidir... Diyarbakır “taşlar”ın “düşler”le buluştuğu yerdir.
Yüzbinlerce yıl önce Karacadağ gibi volkanik dağların kraterlerinden püsküren lavların, yüzbinlerce yıl sonraya armağanıdır Diyarbakır...
Diyarbakır “taşlar”ın başında “bazalt” gelir...Yerkürenin derinliklerinden günyüzüne püsküren lavlar “bazalt”laşırken yüzeyde ya da derinde oluşuna ve çabuk ya da soğumasına bağlı olarak gözenekli veya gözeneksiz olurlar. Diyarbakır’da bazaltın gözeneksiz olanına “erkek taş” gözeneklisine ise “dişi taş” denilir. Gözenekli dişi taşın işlenmesi o denli kolaysa, gözeneksiz erkek taşın işlenmesi de o denli zordur. Gel gör ki, bu iki taş da Diyarbakır mimarisine can verir, ruh katar...
Erkek taş” azdır; yapıların özellikle söve , lento, sütun, başlık, havuz, pencere, kapı gibi yük binen bölümlerinde kullanılır. Kemerler onunla direnir...
Yazıtlar onunla dile gelir... Ustaların hüneri taşın sertliğini unutturur. Ne denli zor işlenirse de, estetiğinin kalıcılığını onu Diyarbakır yapılarının bir vazgeçilmezi yapmıştır...
“Dişi taş” “erkek taş”ın yandaşıdır. “Erkek taşı”ın yanı başındadır her daim. Birbirlerini tamamlarlar; tıpkı yaşamda erkeğin kadını, kadının erkeği tamamlaması gibi... Taşı sıradan olmaktan çıkaran ise, ustanın “düş”ü ve elindeki murcu, madırgası ve tarağıdır. Taşın böğrüne her bir iniş-kalkış ustanın düşüne biraz daha yaklaşmasıdır...
Taşların düşlerle buluştuğu yerdir Diyarbakır...Taşlarla düşlerin toplamıdır....
Taşların ve düşlerin kenti olan Diyarbakır, gizemli duruşunun arkasında tarihin büyük adımlarını saklar. Bu sadece Anadolu tarihinin değil, insanlık tarihinin büyük adımlarıdır. Kesintisiz, sürekli ve görkemli...
TARİHİ TAŞLARLA ÖRMEK:
Dicle’den, Çayönü’nden, Bırkley ve Hasuni Mağaraları’ndan dolanıp Diyarbakır’a geldiğimizde, bu koca kenti koruyan surlarla karşılarız. Aslında surların mı kenti, kent mi surları koruduğu pek kesin bir ifadeyle söylenemez. Her ikisinin birlikte, tarih denilen zamanı resimleyerek, pitoresk bir tablo oluşturduğunu söylemek belki dana gerçekçi olacaktır.
Modern dünyada Diyarbakır’ı paylaşmayı gelen şehrin konuğu, her şeyden önce değişik çağların özelliklede ortaçağın düşünü paylaşmaya hazır olmalıdır Gerçi emirlerin, sultanların, atlı yada yaya cengaverlerin sesini duyurmak artık mümkün değil. Bu düş dünyası kendini, güncel olanla tarih olan arasında paylaşmış gibidir. Ama nereye bakarsanız bakın, taşın inanılmaz bir biçimde belirleyici olduğu görülecektir. Diyarbakır’da olmak demek “Taşlar ve Düşler” arasında olmak demektir...
Her kent gibi Diyarbakır’da kendini anlatmak için bir başlangıç noktası oluşturmuştur:İÇKALE. Bugünkü bilgilerimizle İçkale, Diyarbakır kent merkezine yerleşen ilk nokta. Kaynaklar bu noktaya şehri ilk kuranların Hurriler olduğunu gösteriyor. İki ırmağın arasında yaşayan kavimlerden biri olan Hurriler... Kentin kuruluş tarihi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, başlangıç olarak M.Ö. 3.binler tahmin ediliyor. M.Ö.3.binlerde Mezopotamya tarih sahnesinde ana aktör Asurlulardır. Ancak Mezopotamya’nın bereketine egemen olmak isteyen çeşitli kavimler de bu tarihin ayrılmaz parçaları olmuşlar. Bunlar arasında Hurri –Mitaniller , Urartular, Persler, Büyük İskender , Selökidler, Partlar ve Büyük Tigran egemenlikleri yer alır.
Kentin bilinen ilk adı Asur kaynaklarında “Amidi” olarak geçer. Daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerinde “Amid” , O’mid, Emid ve Amide “; Araplar ve Türklerin bölegeye gelmesinden sonra da “Kara Amid” olarak adlandırılan kent, Arap egemenliği döneminde yöreye yerleşen Bekr kabilesinin adından türeterek “Diyar-ı Bekr” olarak da anılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu adı, 10 Aralık 1937 tarihinde, 7789 sayılı yasa ile “Diyarbakır” olarak kesinleştirir.
Hem bereketli Kuzey Mezopotamya bölgesinde yer alması, hemde çok işlek ve ticaret yolları üzerinde bulunması, çağlar boyunca Diyarbakır’ın önemini artırır. Diyarbakır, Güney Mezopotamya, Suriye, anadolu, içleri ve İran yönünde oluşan canlı ticaret yollarının kavşak noktasında yer alır. Aynı anda önemli bir askeri savunma ve denetleme merkezi olur. Ticaret için konaklama ve stoklama gibi önemli işlevlerde üstlenir.
Mezopotamya, üretim ve ticaret birikimleri nedeniyle eski dünyanın merkezidir. Ancak bu topraklar aynı anda, Avrasya kavimlerinin de üzerinde sürekli hareket halinde oldukları bir coğrafyadır. Bu nedenle egemenlikler sıkça el değiştirir, irili ufaklı krallıklar ve devletler ortaya çıkar. Bir bakıma üretim ve ticaret kadar, savaşlarda bu coğrafyanın gündelik hayatının ayrılmaz bir parçasını oluştur. Pek çok Mezopotamya kentinin tarihi gibi Diyarbakır’ın kent tarihi de bu genel akışla örtüşür. Bu anlamda Diyarbakır per çok kültüre ve kavime, gönüllü yada gönülsüz kapılarını açmış, ekmeğini ve suyunu onlarla paylaşmıştır.
Bugünkü kenti çevreleyen surların yapımına Milattan önce 3 binli yıllarda başlamış olsa da, ağırlıklı olarak Romalılar döneminde inşa edilmiştir. M.Ö 69’da kenti ele geçiren Romalılar, her yönden süren saldırılar karşısında Diyarbakır’ı bir “askeri garnizon” olarak yeniden düzenler. Costantinos 349 tarihinden başlayarak Amida’nın etrafını yeniden surlarla çevirir. Surlar, Nisibis (Nusaybin) halkının Diyarbakır’a iltica etmesinden sonra 367-375 tarihleri arasında genişleterek bugünkü konumuna getirilir. Roma ve Bizans dönemlerinde bütün Yakın Doğu coğrafyası iki büyük değişimle sarsılır. Önce Hıristiyan dini, ardından da İslam dini bölgenin bütün dengelerini değiştirir. Savaşlar, kuşatmalar ve Fetihler ekonomik olarak dinsel bir karekterde taşımaya başlar. Diyarbakır surları o günlere de tanıklık eder, yeni fatihleri ile uzlaşmaya ya da onları direnmeye çalışır.
Diyarbakır surları bu anlamda “tarihin taşlarla yazıldığı bir kent” i simgeler. Diyarbakır’la buluşan her toplumun, Diyarbakır’da yaşayan her inancın bu surlarda izlerini görmek mümkün. Bu tarihi resmi geçit, Diyarbakır’ı bir zaman çizelgesine çeviriyor. Yaparak yada yıkarak bu kente egemen olan her toplum, bugün kendine ait kültürel izlerle alınıyor. Bu resmi geçidin içinde; Araplar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Büveyhoğulları, Mervaniler, Nisanoğulları, Büyük Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılar yer alır.
Bu nedenle de denirki; “Dünyada hiçbir kent, Diyarbakır gibi ilk bakışta bütün çağların göründüğü bir resim sunamaz” Diyarbakır, tarihini taşlarla örmüş bir kenttir. Taşın ölümsüzlüğüne sığınan, uzun ve görkemli bir tarihin kentidir. Üstelik her şey ortada. Belki de “dünyanın en büyük açık hava tarih müzesi” karşımızda duran. Üstelik bu tarih, bir uygarlığın bitip diğerinin başladığı değil, birinin içinde diğerinin yaşadığı, karma ve ortaklaşa bir tarihtir. Farklı düzeylerde de olsa, her toplumun, her kültürün bir öncekiyle yarışarak yarattığı bir “müze kent” Diyarbakır.
Diyarbakırla birlikte tarih sahnesine çıkmış batısındaki Efes, Fasilis, Truva ile güneyindeki Ninova ve Babil şehirleri bugün yaşamayan şehirler...Diyarbakır ise içindeki insanları ve eski kadim yapılarıyla yaşayan bir şehir. Diyarbakır’ı gerçek kılan sırda burada. Diyarbakır’ın taşlarında...Taşlarla yaratılmış bir kentin, insanı birbiri sıra tetikleyen düşler dünyasında. Diyarbakır’ın yaşamı ve tarihi var eden sürekliliğinde...