1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 12 SonuncuSonuncu
Toplam 20 sonuçtan 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
  1. #1
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    [size=large]Eskiden hiperaktivite mi vardı? [/size]

    [size=small]Hiperaktif çocukların mutsuz olmasını engellemek için başta aile ve okul olmak üzere herkes üzerine düşeni bu kitaptan öğrenebilir...[/size]



    20/01/2006

    Hiperaktivite, modern zamanların meselesi sayılıyor. Modern zamanların, hangi zamanlar olduğunu bana sormayın. Modern zaman, bir bakıma, bir öncekinden daha süratli akıp giden zamandır. Modern zamanda sadece sürat artmaz, öğrenilecek bilgi, anlaşılacak konu, uyulacak kural, uyum sağlanacak toplum, boyun eğilecek ve baş kaldırılacak otorite, zaplanacak kanal, oynanacak oyun.... Hepsi, hepsi artar, çok fazla olur.
    Süratin getirdiği keyif ve heyecan, korku ile kardeş hisler oldukları için, aceleci hayatlar bu duygularla harmanı olup giderler. Hayatın önüne katıp sürüklemekte hiç zorluk çekmediği hayata kısaca 'hiperaktif' diyebilirsiniz. Bu gündelik tanımın biraz daha dışına çıkıp, tıbbi bir sorun olarak tanımlanan hiperaktifliğe bakalım.
    Beynimizin 'dikkat' adıyla özetleniveren işlevi, nerdeyse otuz bin küsur yıl önce tasarlanmış mükemmel bir aygıtın ürünüdür. Modern zamanlar, yeni ihtiyaçlar doğurmasa da, bir yandan ihtiyaçların yoğunluğunu artırırken, süratiyle de ihtiyaçların karşılanmasını zorlaştırır. Beyin ve onun dikkat işlevi, yükü taşımakta zorlandıkça kişinin (çocuk ya da yetişkin) hayatının birçok alanını zorlaştırır, hayatını zora sokar.
    Ne yapmalı? Hiperaktivite, hakkında çok konuşulan sorunlardan biri, belki de başlıcası... Hakkında konuşulmak da, modern zamanlara ait bir özellik olsa gerek... Hakkında konuşulan, ama ne konuşulduğu pek anlaşılmayan, pek de önemseyen bu sorun için tartışmanın odağını "Dikkat eksikliği/aşırı hareketlilik diye bir durum var mıdır, yok mudur, buna ne yapılmalıdır, özel eğitsel yöntemler mi kullanılmalıdır, ilaç mı kullanılmalıdır, başka bir şey mi yapılmalıdır, ya da kenarda durup seyir mi edilmelidir?" soruları epeyce doldurdu.
    Tartışma süredursun, dikkati dağınık veya hiperaktif çocukların, çevrelerinin kendilerinden beklediklerine, tam da neden olduğunu bilmedikleri bir şekilde ayak uydurmakta zorlandıkları ve mutsuz oldukları gerçeğini hiçbir şey değiştirmiyor.
    Bilmedik bir durum değil. Yıllardır birçok eğitim kurumu, toplumsal otorite ve anne-baba, çocukların davranışlarının tümüyle çocukların kendi kontrollerinde olduğu varsayımından hareketle, dikkatin dağılması, kendini tutamama, aşırı hareketlilik vs. gibi davranışların sadece çocuğun iradesizliği ya da anne-babanın kifayetsizliğinden ibaret olduğunu hep söyleyegelmişlerdi. Bu duruma bir başka açıklama getirmek, açıklamaya da bir isim takmak, isim takılanlara bir avantaj ve zorluklarını aşma fırsatı getiriyorsa neden olmasın?
    Hiperaktif çocuğun (ve yetişkinin) dikkati ve davranışları üzerinde denetimi, yapısal sebeplerden ötürü ve ona 'ağır gelen' koşullarda zayıflar. 'Motive' olduğu veya iyi becerebildiği konularda, bu denetimi geçici olarak da kurabilmesi, 'denetim zayıflığı'nın duruma özgü olduğu sonucunu, dolayısıyla 'isterse' yapabileceği 'yargısı'nı doğuruyor. Oysa, dikkat, motivasyon nereyi işaret ederse, oraya yönelir.
    Peki, bıraksak da dikkat dağınık kalsa... Ne olur? Çocukların (kendilerinin de) mutsuzluklarının sebebini anlayamamaları, çevrelerindekilerin de bu sebebi ya hiç akıl edip aramamaları, ya da çocuğu (veya eğitim sistemini veya ana-babaları) durumdan sorumlu tutmaları işin katmerli zorluk hâline dönüşmesine yol açar. Kızgınlık, öfke, ve hüzün iç içe, çocuğun hayatına çöreklenir. İçinde yaşanan dönem mutsuz, hayata ilişkin beceriler öğrenilmeksizin geçip gider... Kaybedilenlerin geri kazanılması giderek imkânsızlaşırken...
    Tıbbi, psikolojik, sosyal... Psikiyatristlerin dikkat eksikliği/hiperaktivite sendromu yaşayan çocukların hayatındaki işlevi basit: Hiperaktif çocukların gelişimini engelleyen, yollarını tıkayan engelleri ortadan kaldırıp yollarına devam edebilmelerini sağlamak. Diğer yandan, sorun tek başına tıbbi ya da psikolojik bir sorun değil.
    Aileyle ve okulla yapılabilecekler. Le Heuzey'in kitabında aile ve okula düşenler ayrıntısıyla yerini almış. Bu durum hakkında, tıbbi tedaviler dışında yapılması gerekenleri hatırlatalım: Anne-babaların çocuklarının sınırları öğrenmelerini ve kendi sınırlarını koyabilmelerini sağlamayı amaçlayan bir eğitim anlayışı geliştirebilmeleri çocuklara çok yararlı olmakta. Bu arada, hiperaktivite gibi genetik geçişin çok rol oynadığı bir davranışın, anne-babada çeşitli ölçülerde mevcut olması kuvvetli bir olasılık. Hiperaktif olarak tanımlanan kişilerin, inandıkları ya da hedef koydukları durumlara, 'hiperkonsantre' olabildiklerini, bu hedefe adeta kilitlenebildiklerini görüyorum. Bu kilitlenmenin en iyi örnekleri ise, kendisinde hiperaktivite özellikleri bulunan anne-babaların çocuklarını sahiplenişlerinde saptanabilir.
    Eğitim hakkını kullanabilmek için. Hiperaktivite'nin bir davranış ve öğrenme sorunu olarak varlığı, eğitim sisteminin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Kaldırmak ne kelime, sistemin sorumluluğunu, çocukların özelliklerinin göz önüne alınarak eğitilmesi zorunluluğunu getirerek arttırıyor. Hele ülkemizde... Öğretmen-öğrenci oranında öğretmen sayısının artırılması, sınıfların kalabalığının azaltılması, öğrenmede 'yapmaya, yaşamaya' dayanan bölümlerin çoğaltılması gibi etkiler her öğrencinin hayatını kolaylaştıracak uygulamalardır. Hiperaktif çocuklar, bu sorunlarının yadsınması durumunda temel eğitim alma haklarını kullanamamaktalar.
    Okul ve aile. Okul ve aileyle yapılması gerekenler, tıbbi tedavilerin ya da psikoterapilerin alternatifi değil, zorunlu tamamlayıcısıdır. Okul çağı çocuklarında geçen zaman yerine konabilecek cinsten olmadığı için, hızlı hareket etmeye gerek vardır. İlaç tedavileri, gelişimin önündeki yolu açmakla yetinir; o sebeple yarar kısa vadede belirgindir, uzun vadeye yansımalarını görürüz. Gelişimin önündeki engel kalktıktan sonra, yola nasıl devam edileceği, zaten yolcuların bileceği bir şey. İlaçlar hakkında ayrıntılı ve kapsamlı bir tartışma Le Heuzey'in ve bu konuda yazıp çizen hemen herkesin kitabında var. İlaçların kullanımı hakkında değişik mecralardaki yüzeysel tartışmalar içinde en dikkat çekenlerden bir tanesi, zaman zaman gereksiz ilaç verilebildiği düşüncesi, ilk bakışta doğru gözüküyor. Ancak, doktorlara başvurana kadar diğer tedavi ve tedavisizlik yöntemlerinin zaten ve genellikle denenmiş ve sonuç vermemiş olduğunu, başvuranların önemli bölümünün diğer yöntemlerle yol alamamış kişiler olduğunu hesaba katmak gerekir. Üstelik, ülkemizi düşünürseniz, tedavi ihtiyacı olup da hiçbir tedavi olanağına kavuşmayanların sayısı yüz binleri buluyor.
    İlaç tedavisi dışındaki psikolojik ve eğitimsel yaklaşımların zayıf kalmasını, sistemin işi ucuza bitirme çabasının bir sonucu olarak gören Amerikan Çocuk Psikiyatrisi Akademisi, kronik bir problem olarak tanımlanan hiperaktivitenin tedavisinin doktorla ve psikoterapistle sıkı bir ilişki içinde olmaksızın sadece ilaç verilerek sürdürülemeyeceğini açıkça ilan etmiş vaziyette. Le Heuzey'in kitabındaki yaklaşım da, Türkiye'deki meslektaşlarımızın uygulamaları da çok farklı değil.
    Herhangi bir tedavi verme ya da hiçbir tedavi vermeme kararı, doktor, anne-baba ve çocuk arasında, enine-boyuna tartışılarak kararlaştırılır. Bir çocuğun gelişmesinin önündeki bir engeli kaldırma fırsatı veren her girişim (anne-babanın aydınlatılması, ilaç, psikoterapi, özel eğitim vs.) işe yarar. Bu fırsatı bir çocuğa vermemek hakkına hiçbirimiz sahip değiliz. Bu problem ve çözüm yolları hakkında, başta aile, çocuk ve okul olmak üzere herkesin ayrıntılı ve bağımsız bilgi sahibi olması, kararın çocuğun hayat kalitesini düzeltici yönde alınmasının bir güvencesi olacak. Hiperaktif Çocuk kitabı, gerek duyulan bilgilendirme araçlarından birisi olarak Türkçe yazılmış kitapların yanında yerini alıyor.

    YANKI YAZGAN: Prof. Dr. Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı


    HİPERAKTİF ÇOCUK
    Marie-France Le Heuzey, Çeviren: Emel Ergun, İletişim Yayınları, 2005, 149 sayfa, 10 YTL.


    www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4778


  2. #2
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Yine Yankı Yazgan'dan:

    [size=medium]Dikkati dağınık/Hiperaktif çocuk: kimdir, nasıldır?[/size]

    www.yankiyazgan.com/admin/articlefiles/288-kktc%20pediyatri%20dehb.pps

  3. #3
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Hiperaktivite ve 'dikkat eksikliği' üzerine görüşler çeşitli. Tek bir psikiyatristin ya da psikoloğun görüşü ya da görüşleriyle yetinmek son derece sakıncalı.

    Ünlü sosyal psikolog, akademisyen Üstün Öngel, konunun sosyal boyutlarını irdelemekte. Okumanızı salık veririm.

    http://www.ustunongel.com/index.php

    http://www.ustunongel.com/index.php?ll=makalelist

  4. #4
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Radikal Gazetesi 26 Aralık 2003

    Hiperaktif Çocuklar Fişlenecek!

    Bir hastalık icat ediliyor

    Üstün Öngel

    Son yılların 'popüler çocuk sorunu' haline geldi hiperaktivite ve dikkat eksikliği (HADE) dedikleri şey. Psikiyatristler ısrarla, bu sorunun bir 'hastalık' olduğu bilgisini yayıyorlar.

    Düpedüz yalan!

    Yanlış, yaygınlaştığında doğruya dönüşüyor sanki. Yanlış demek bile hafif kalır burada. Düpedüz yalan bu. İlaç firmalarının ve psikiyatristlerin 'nemalandığı' bir yalan. HADE denen şeyin bir 'hastalık' olduğuna dair elde tek bir kanıt bile yok.

    Bu bir yana, HADE adlandırmasının bile karşımızdaki sorunu doğru tanımlamadığını biliyoruz; 'hiperaktivite' de 'dikkat eksikliği' de son derece yanıltıcı; bunların yerine 'özdenetimsizlik' ve 'motivasyon eksikliği' çok daha doğru adlandırmalar.

    Çağın sorunu

    Bilhassa büyük şehirlerde yaşam koşullarının hızlı değişimi ve zorlaşması, aile yapısının ve eğitim ortamlarının değişimini de zorunlu kılıyor. Ne var ki aileler ve eğitim ortamları, söz konusu değişime ayak uyduramıyorlar. Çocuklar, hiç de elverişli ortamlarda büyümüyor.

    Ebeveynin olmadığı veya yetersiz olduğu yerde, eğitimsiz bakıcılar veya büyükanneler devreye giriyor ve çocuklar çok daha büyük yanlışlara maruz kalıyor.

    Sınırlı bilgiler

    Eğitimciler ise, çocuğun evden getirdiği sorunları daha da artırmak için çalışıyor sanki. Ebeveynlerin ve eğitimcilerin, çocuk gelişimi ve psikolojisiyle ilgili bilgileri, piyasaya hâkim olmuş yüzeysel 'kişisel gelişim kitaplarından' edinilmiş bilgilerle sınırlı. Böyle bir ortamda ebeveynler, psikiyatristlerin 'hastalık' safsatasına mahkûm bırakılmış durumda. Ondan sonra gelsin ilaç. Ebeveynlerin de, öğretmenlerin de işine geliyor, çünkü böylece ne aile ve eğitim ortamının değişmesi ne de ebeveynlerin ve öğretmenlerin ilave sorumluluk üstlenmesi gerekiyor. Çocuk ilaç sayesinde 'uysallaştığı' için, yetişkinler rahata eriyor. Peki ya çocuklar? Onlara ne oluyor?

    Çocuklar tehlikede

    HADE ile etiketlenen ve ilaç alan çocukların, uzun vadede kokain başta olmak üzere yüksek düzeyde madde bağımlılığı riski altında olduğunu, bağımsız ve güvenilir araştırmalar sayesinde biliyoruz. Psikiyatristler, bunun aksini, arkasında ilaç firmalarının olduğu düzmece araştırmaları öne sürerek yayıyorlar.

    Oysa Berkeley profesörü psikolog Nadine Lambert'ın 1998 yılında yaptığı, kapsamlı, bağımsız ve güvenilirliği yüksek araştırmada, 400 çocuğun 20 yıl izlenmesi sonucu, ilaç kullananların madde bağımlısı olduğu net görülüyor. İlaç ve psikiyatri lobisi bu araştırmayı yok saymak ve kendi araştırmalarını öne çıkarmak için elinden geleni yapıyor.

    İlaç yasakları

    Tesadüf bu ya, 7 Aralık 2003'te Observer'da yayımlanan bir yazıdan öğreniyoruz ki, ilaçlarla ilgili 'bilim dergilerinde' yayımlanan makalelerin yarıya yakını, üzerinde ismi yazılı profesörler tarafından değil, ilaç firmaları adına çalışan 'hayalet yazarlar' tarafından yazılıyor. Yine tesadüf bu ya, bu kez 10 Aralık 2003'te Guardian'da çıkan bir yazıdan da öğreniyoruz ki, çocuklarda kullanımıyla ilgili onay almamış olmalarına rağmen 'güvenilir' olduğu 'inancıyla' yıllardır çocuklara verilen 'antidepresanlar', ciddi riskler taşıdığı için yasaklanıyor. Yani bu haberlerle ne 'ahlâksız' bir endüstriyle ve bir bilim grubuyla karşı karşıyayız, anlıyoruz.

    İlaçların, HADE'yle ilgili konuştuğumuzda Türkiye'deki tek ilaç olan Ritalin'in, bağımlılık riskinden başka birçok sakıncası da var. Liste çok uzun. En önemlisi, kalpte sorun yaratıyor ve ölümcül olabiliyor.

    İki vaka

    Ritalin'in ölüme yol açtığıyla ilgili biri otopsi raporuyla kesin ispatlanmış iki vaka var (reçetesiz yasadışı kullanıma bağlı olarak ise 200'ün üzerinde kayıtlara geçmiş ölüm vakası var).

    Stephanie 11 yaşında kalp yetmezliğinden öldü ve yıllardır bu ilacı kullanıyordu. 14 yaşında ölen Matthew'ün otopsi raporu ise çok kesin bir dille, Ritalin'in damarlarda hasara yol açmasına bağlı olarak ölümün gerçekleştiğini belirtiyor. Bir yetişkinin kalbi 350 gram civarındayken, Matthew'ün kalbi 420 gram olarak ölçülmüş.

    Yol yakınken

    Milli Eğitim Bakanlığı, HADE'yle ilgili psikiyatristlerle birlikte, ilk etapta 14 ilde uygulanacak bir proje başlattı. Güdülen amaçsa HADE denen sorunu yaşayan çocukları tespit edip, psikiyatri servislerine yönlendirmek.

    İlk bakışta, ne güzel, çocuklar yardım alacaklar diye düşünebiliriz. Öyle olmayacak ama. Öğretmenler zaten böyle bir proje ortada yokken bile çocukları etiketlemeye ve ilaca yönlendirmeye hazırlar. Bu çocuklarla nasıl baş edebileceklerini bilmiyorlar çünkü.

    Meşrulaştırma çabası

    Bu sorunlu çocuklar onlar için 'çıban başı.' Psikiyatri ve ilaç, o nedenle işlerine geliyor, şimdiden bu projeyi destekliyorlar. Zaten yapıyor olduklarını şimdi meşrulaştırmış olacaklar. Amerika Birleşik Devletleri'nde yakın zamanda bazı eyaletlerde yeni bir yasa yürürlüğe girdi. Artık okul idarecileri ve öğretmenler hiçbir veliyi, çocuklarını psikiyatriste götürmeleri ve çocuklarına ilaç vermeleri konusunda zorlayamayacak. Ya ilaç verirsin ya da çocuğunu okuldan al, diyemeyecek. Yıllardır yapıyorlardı bunu, artık yapamayacaklar.

    Dönüşü zor olur

    Türkiye'de ise böyle bir projeyle büyük bir yanlışa yöneliyoruz. İlerlemeden durdurulması gereken bir proje bu. Uygulama yaygınlaştığında, geriye dönüşü çok zor olacak.

    Amerika'da 6 milyon çocuk bu ilacı kullanırken ve sözgelimi Japonya'da neredeyse hiçbir çocuk ilaç kullanmazken, Türkiye'de geçen yılın tahmini rakamlarıyla 8-10 bin çocuk ilaç kullanmış durumda.

    Hâlâ bir şans var Türkiye'de. Yaygınlaşmadan önüne geçebiliriz. Bu proje uygulanacak olursa, birkaç yıla kalmaz, ilaç kullanımı ikiye, üçe katlanır. Milli Eğitim Bakanlığı ve ilgili birimleri neden böyle bir projeye soyunur, anlayabilmek mümkün değil. Projeyle ilgili iyimser tahminim, Milli Eğitim Bakanlığı'nın ilgili birimlerinin başındakiler, ne olup bittiğinin farkında değiller. Nasıl bir oyuna alet olduklarını henüz bilmiyorlar.

    Acil eğitim!

    Çok çarpıcı bir başka bilgi var elimde. Adana ölçeğinde 6-14 yaş arasında 37 bin çocuğun özel eğitim alması gerekiyor. Çeşitli engel gruplarındaki 37 bin çocuğun sadece 4 bini (yüzde 11'i) eğitim alabiliyor. Bunlar 'somut' sorunlar, öyle HADE gibi ne olduğu bile çok tartışmalı olan sorunlar değil. Hal böyleyken, acil eğitim bekleyen binlerce çocuk varken, 'yaratılmış' bir hastalık için böyle bir projenin başlatılıyor olmasını gerçekten anlamak mümkün değil.

    http://www.ustunongel.com/index.php?ll=detay&src=33

  5. Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?


    Yankı Yazgan önemsediğim bir uzman Kübra'cım. Sağolasın yazılarını paylaştığın için.

  6. #6
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Hiperaktivite" hakkında temel sorular ve cevapları (07.11.2006)

    * Hiperaktivite ve dikkat eksikliğini (HADE) nasıl tanımlarsınız?
    “Hiperaktivite” aşırı hareketlilik demek. Fakat böyle bir sorun tanımlaması (hele ki “hastalık” tanımlaması) son derece yanlış ve tehlikeli. Çünkü, “enerjik”, “meraklı”, “dinamik”, ve “hareketli”, ama neyi nerede yapması ve yapmaması gerektiğini de bilen veya hatırlatıldığında dinleyen bir çocuk da, sadece “hareketli” olduğu için “hiperaktif” DAMGASI yiyor. Oysa “sorun”, çocuğun “hareketli” oluşunda değil, “amaçsız”, “sorumsuz” ve en önemlisi “özdenetimsiz” hareketinde. Yani hareketliliğe değil, kontrolsuz ve bilinçsiz harekete bakmamız gerek. Burada da “özdenetim” düzeyini değerlendirmek gerek. “Hiperaktif çocuk” yerine “özdenetimsiz çocuk” demeliyiz. “Özdenetimsizlik” ve bunun sonucu oluşan “kontrolsuz/bilinçsiz hareketler”, yaramazlığın da temel dinamiklerini oluşturur. Psikiyatristler yine çok yanlış bir şekilde, “yaramaz değil, hasta” vurgusu yapıyorlar. Oysa bu doğru değil. Hiperaktif diye hasta olarak etiketledikleri bir çocuğu, yaramaz bir çocuktan ayırt edemezler. Ellerindeki, tıpla hiç alakası olmayan dokuz maddelik “davranış” listesinde yer alan maddelerin hepsi, aynı zamanda yaramaz çocuğu tanımlarken kullandığımız şeyler. Tek fark, hiperaktivite etiketinin aile ve eğitmenler tarafından daha ciddiye alınması. Yaramazlık sempatiyle karşılanan bir şey toplumumuzda. Zaten psikiyatristler biraz da o nedenle yaramaz değil hasta vurgusunu kullanıyorlar. Fakat, bu çok tehlikeli iki şeye kapı açıyor; hem çocuğu varolmayan bir “hastalıkla” etiketlemeye, hem de çocuğa çok zararlı olabilecek bir ilacı vermeye. Oysa, yaramazlığın da çok ciddi bir sorun olduğu ebeveynlere anlatılabilir ve anlatılmalıdır. Sevimli küçük yaramazlıklardan söz etmiyoruz burada. Kaldı ki, bu sevimli küçük yaramazlıklar da, dikkat edilmediğinde birikimli olarak artar ve çocuk kayıp bir çocuk olmaya doğru hızla ilerler.
    Özdenetimsizlik, kontrolsuz ve bilinçsiz hareketler, ve yaramazlığın yanı sıra, çocuğun içinde bulunduğu ortamın (aile ortamının) aşırı gergin olmasına bağlı olarak “huzursuzluk” ve bunun eşliğinde oluşan “kontrolsuz hareketlilik” de ayrıca gözden kaçırılmaması gereken bir unsurdur. Parçalanmış aileler, günümüzde istisna olmaktan çıkmış durumda. Evliliklerin çoğunda ise eşler arasında çatışmalar eksik olmuyor. Eşlerin her ikisinin çoğu zaman yorucu işlerde çalıştığını da göz önünde bulundurduğumuzda, çocukların “huzursuzluk” yaşamamaları sürpriz olacaktır. HADE etiketini yemeyen çocukların çoğunda da bu tür huzursuzluk işaretlerini görmek mümkün zaten. HADE etiketi yapıştırılan çocuklar, göze batan düzeyde huzursuzluk yaşayan çocuklar sadece.
    Dikkat eksikliğine baktığımızda ise, bu da yanlış bir tanımlama. Zira, dikkat eksikliği yaşadığı söylenen çocuklar, bazı şeylere yönelik herhangi bir dikkat eksikliği yaşamıyorlar (bilgisayar oyunları ve TV gibi). Dolayısıyla burada bakmamız gereken, “motivasyon eksikliği”. Çocuk, bilgisayar ve TV karşısında “pasiftir”. Bilgisayar oyunlarında belli bir “aktiflik” vardır, ama bu da tamamiyle “tek başına” yapılan bir şeydir, yani hiçbir “sosyallik” içermeyen bir aktifliktir. Çocuk bu faaliyetlerde herhangi bir sorun yaşamaz.
    Oysa, sosyallik içeren faaliyetlerde (arkadaşlarla oynama veya işbirliği gerektiren oyun dışı faaliyetler) ve sorumluluk gerektiren faaliyetlerde (odasını toplama, çantasını hazırlama, giysilerini giyme, okulda ders takibi ve evde derslerine çalışma gibi) zorlanır, dikkatini odaklayamaz, işe başlasa da arkasını getiremez. Bunları yapamaz, çünkü “sorumluluk duygusunu” geliştirmesine olanak tanınmamıştır. Sözgelimi tek başına yemeğini yiyebileceği yaşı çoktan geçmiş bir çocuğa hâlâ annesi yemeğini yedirmeye devam ederse, çocuk “ellerini kullanma alışkanlığı ve sorumluluğu” kazanamaz (şahit olduğum en çarpıcı örnek, 12 yaşına gelmiş bir erkek çocuk idi; yemekli misafirliğe gitmekten utandığını söylemişti bana; neden diye sorduğumda ise, “çünkü yemek yemeyi bilmiyorum, çatalı bıçağı kullanamadığım için üzerime döküyorum” demişti; neticede ortaya çıktı ki, annesi hâlâ ona yemek yediriyordu).
    Fakat bu daha isabetli tanımlar bizi çözümle ilgili doğrulara ulaştırır mı diye sorulursa, buna benim vereceğim cevap hayır olacaktır. Çünkü, problem tanımını “sadece” çocuğa bakarak yaparsak, adına hiperaktivite değil de özdenetim sorunu desek de çok büyük bir şey değişmez. Sadece çocuğa bakarak tanımlama yapıldığında, sorunun çözümünü de sadece çocuğa odaklanarak bulmaya yöneliyoruz ister istemez. Oysa, problemler başlangıç itibariyle çocuğun “mikro çevresinde”, öncelikle ebeveynin çoğu zaman farkında olmadan yaptığı hatalarla oluşuyor. Dolayısıyla burada çocuğun değil ebeveynin (ve diğer yakındaki yetişkinlerin) yaptığı ve yapıyor olduğu şeylere bakmamız gerek. Diğer bir deyişle, çözüm için sorun tespiti ve tanımını doğru yerde yapmamız gerekiyor. Sorun, çocuğun sorunu değil, ailenin sorunudur, ebeveyn-çocuk ilişkisi sorunudur. Böyle tanımladığınızda, çözümü de ararken doğru yere bakmanız mümkün olur.
    * Söylenildiği gibi hiperaktivite ve dikkat eksikliğinde ilaç kullanımı gerekli midir?
    Hiçbir koşulda gerekli değildir. Bunu söylediğimde, psikologlar ve rehber öğretmenler, bazen psikiyatristlerden önce tepki veriyorlar ve “iyi de, çok aşırı örnekler var, hakikaten zaptetmek mümkün değil, bu çocuklara da mı ilaç verilmesin yani”, diye karşı çıkıyorlar. Evet, bu çocuklara da verilmemeli. En ağır olduğu söylenen durumlarda bile, sadece psiko-sosyal ve duygusal unsurlara ve en önemlisi ebeveyn yaklaşımlarına odaklanarak, birkaç ay gibi kısa sürelerde bile sonuç almanız mümkün. Hal böyleyken, ilaç meşru kılınamaz.
    Kaldı ki, “geçici” etkisi olan bu ilaçların (Türkiye'de Ritalin adlı, “uyarıcı”, ama “uyuşturucu” etkisi olan ilaç var piyasalarda), “kalıcı” zararları olduğunu biliyoruz. En başta gelen zararı “bağımlılığa” yol açıyor olması.
    Psikiyatri camiası uyduruk birtakım araştırmaları ısıtıp ısıtıp karşımıza çıkarıyor. İlacın bilakis bağımlılığın önüne geçtiği yalanını yaymaya çalışıyorlar. Bu araştırmaların foyasını çıkarmanız yetmiyor. Birini çürütüyorsunuz, hemen bir başkasını sürüveriyorlar karşınıza.
    İngiliz Observer’da 7 Aralık 2003’te Antony Barnett imzalı haber yazıdan öğreniyoruz ki, ilaçlarla ilgili makalelerin yarıya yakını ilaç firmalarının “hayalet yazarları” tarafından yazılıyor ve tanınmış bir profesörün adıyla yayımlanıyor. Profesör isminin kullanılması karşılığında yüklü bir para alıyor, “hayalet yazarın” yazdığı makale profesörün ismiyle yayımlanıyor, ama profesör makaleyi okumuyor bile. Psikiyatrik ilaçların foyasını meydana çıkaran Britanyalı psikiyatrist David Healy, son yıllarda depresyon için kullanılan Prozac gibi SSRI türü antidepresanların, intihar riskini azaltacağına arttırdığını göstermiş ve ilaç firmalarının bu bilgileri sakladığını kamuoyuna duyurmuştu. Komediye bakın ki, David Healy de bir ilaç firmasından bir e-posta alıyor ve bir “hayalet yazarın” yazdığı makalede ismini kullanma izni istiyorlar. Herhalde yanlışlıkla David Healy’ye ulaşmış ilaç firması, zira böyle bir şeye evet diyecek son kişi Healy. Haliyle David Healy bu teklifi reddediyor ve fakat söz konusu ilacı öven bu çalışma bir bilimsel kongrede bir başka profesörün ismiyle sunuluyor.
    Neticede, HADE’de kullanılan uyarıcı ilaçların (Ritalin’in) madde bağımlılığı yaratıp yaratmadığına dair bugüne kadar yapılmış “bağımsız”, “kapsamlı” ve GÜVENİLİR tek bir araştırma var. Nadine Lambert adlı bir bayan “okul psikoloğunun” yaptığı 20 yılı kapsayan 1998 tarihli araştırmada, küçükken HADE sorunu yaşamış 400 çocuğu 30’lu yaşlara geldiklerinde iz sürerek bulmuşlar ve ne durumda olduklarına bakmışlar. Buldukları çok çarpıcı sonuçlara göre, çocukluklarında hiperaktivite için ilaç kullanmış kişiler, ilaç kullanmamış kişilere kıyasla 2 misli oranda kokain bağımlısı olmuş.
    Bağımlılığın yanı sıra sayısız olumsuz etkisi var ilacın. İştahsızlık ve kilo kaybı, büyüme hormonuna olumsuz etki, uykusuzluk, baş ağrısı, karın ağrısı, ağız kuruluğu, korku hali, huzursuzluk, sersemlik, deri döküntüsü, yoğun tikler... En önemlisi de kalpte büyümeye yol açabiliyor ve ölümcül olabiliyor. Ritalin’in ölüme yol açtığıyla ilgili 7 vaka var. İkisine yakından bakmak gerekirse: Biri 11 yaşında ölen Stephanie Hall adında bir kız, diğeri 14 yaşında ölen Matthew Smith adında bir erkek çocuk. Stephanie dört yıl boyunca Ritalin kullandı ve 11 yaşında kalp yetmezliğinden öldü. Matthew’ün otopsi raporu ise çok kesin bir dille, Ritalin’in damarlarda hasara yol açmasına bağlı olarak ölümün gerçekleştiğini belirtiyor. Bir de bir yetişkinin kalbi 350 gr. civarında iken, Matthew’ün kalbi 420 gr. olarak ölçülüyor. Bu da uzun süreli Ritalin kullanımının bir neticesi olarak kayıtlara geçiyor.
    İlacın tüm bu olumsuz etkileri bir yana, verdiğimiz çok yararlı bir ilaç olsa bile, sorulması gereken soru şudur: Eğer ben bu sorunu ilaçsız çözebiliyorsam, neden ilaç kullanayım?
    İlaç, “hastalıkları” tedavi etmek için kullanılır. HADE denilen şeyin “hastalık” olduğunu, eğer hastalıksa fizyolojik kaynaklarını/boyutlarını gösterebilen olmadı bugüne kadar.
    Bir şeyin hastalık olarak görülmesi için bazı koşullar gerekiyor; örneğin, ya mikrobik, ya virütik, ya travmatik (bir darbeye bağlı olarak), ya da sistemik bir kaynağı/boyutu olması gerekiyor. Bunlar içinde sadece sistemik bir hastalıkla (örneğin kanserle) HADE arasında benzerlik kurulabilir; yani, vücudun sebebi bilinmeyen bir şekilde hastalığı üretiyor olduğu bir durumla... Ancak, buna da iki boyutta itiraz edilebilir; birincisi, kanser gibi sistemik bir hastalıkta da sebebi bulmak hâlâ mümkün değil, ama hastalığın hücrelerde neye yol açtığını tespit etmek ve kısmen de buna müdahale etmek mümkün (cerrahi ve medikal yollarla). Oysa HADE için böyle bir durum yok. Sebebi bilinmediği gibi, herhangi bir somut fizyolojik göstergesi de yok. Ne hücrelerde, ne kanda, ne beyinde... (beyin görüntüleme teknikleri HADE’li çocuğun beyni ile “normal” çocuğun beyni arasında “ayırt edici” bir fark göstermiyor; ama maalesef son yıllarda psikiyatristler sanki bu kanıtlanmış gibi konuşup duruyorlar, düpedüz “yalan” söylüyorlar; bunu iddia eden psikiyatristlere sorulacak basit soru şudur: Neden “teşhisi” bu beyin görüntüsüne bakarak koymuyorsunuz? Buna verdikleri gülünç cevap, bu tekniklerin “pahalı” olduğu yönünde, ya da daha gülüncü, bu tekniklerin henüz yeteri kadar güvenilir olmadığı yönünde. “Pahalı” olduğu doğru değil, nerdeyse özel muayenehanelerinde bile bu aletler var artık; güvenilir olmadığını söylemeleri ise çok acıklı, zira kendi iddialarını kendi ağızlarıyla yalanlamış oluyorlar. Özetle halihazırda “safsatadan” başka bir şey değil beyinle ilgili öne sürülen iddialar. Safsatayla da bilim yapılmaz.)
    İkincisi, kanser gibi sistemik hastalıkların yıllar içinde rastlanma oranlarına baktığınızda sabit bir hızda seyrettiğini görürsünüz. Oysa HADE denen bu “yaratılmış hastalık” son on yılda %700 artmıştır. O da Amerika’da artmıştır (HADE eğer bir hastalıksa, olsa olsa bir Amerikan hastalığıdır). Sözgelimi Japonya’da, her ne kadar son yıllarda ilaç firmalarının ve psikiyatristlerin yavaş yavaş şırınga etmesiyle artık az da olsa adı geçiyorsa da, HADE neredeyse hiç söz konusu edilmemektedir ve dolayısıyla Japonya’da ilaç kullanımı da yok denecek kadar azdır (bazı hastalıklar, sözgelimi “Akdeniz anemisi”, “yöresel” özellikler taşır; HADE eğer hastalıksa, neden bir ülkede çok yaygın görüldüğünün ve neden başka bir ülkede hiç görülmediğinin de açıklamasının yapılması gerekir; tıp bunun açıklamasını yapabilecek durumda değil, çünkü ortada hastalık yok; oysa sosyal psikoloji ve kültürlerarası psikoloji bu yöresel farklılıkları gayet başarılı bir şekilde açıklayabilir; bu anlamda maalesef henüz yapılmış karşılaştırmalı araştırma yok; ama eldeki bulgular, belli kültürlerdeki çocuk yetiştirme biçimlerinin bu soruna yol açıyor olduğunu göstermekte).
    Bu durumda, nereden bakarsanız bakın, HADE’nin hastalık olduğunu gösterecek hiçbir kanıt yoktur. O halde halihazırda ilaç kullanımını meşru kılacak hiçbir kanıt da yok. “Hayalet hastalıklar” için ilaç kullanımı, neticede “üfürükçülükten” farkı olmayan bir uygulama olsa gerek.
    Mesele şu ya da bu ilaca karşı olma meselesi değildir. Çünkü, sözgelimi Ritalin’in foyasını ortaya çıkarıp piyasadan çekilmesini sağlasanız bile, HADE hastalık olarak görülmeye devam ettiği müddetçe, Ritalin’in yerine mutlaka başka bir ilacı piyasaya süreceklerdir; nitekim Amerika’da ilaç firmaları daha zararsız olduğu iddiasıyla yeni bir ilacı piyasaya sürdüler bile… zaten yeni ilaç hep “daha zararsız” diye piyasaya sürülür, ta ki onun da foyası ortaya çıkana kadar…
    Dolayısıyla, yapılması gereken Ritalin’e odaklanmak değildir; belli bir ilaca karşı mücadele etmek izlenecek en doğru yol değil. Elbette bu da yapılmalı. Ama daha doğru ve etkili mücadele, HADE denen şeyin hastalık olduğu iddiasını çürütmekle gerçekleşebilir.
    İlaç firmaları, çeşitli sinsi taktiklerle hareket etmekte. En güçlü taktikleri ise, ilacı doğrudan pazarlamayıp, öncelikle “hastalığı” pazarlamak yönünde. Bir kez herkesin zihnine “hastalık” fikri yerleşti mi, ardından ilaç kullanımı otomatik olarak gelecektir.
    HADE denen şey, kesinlikle bir “hastalık” değildir (hastalık olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt yoktur), psiko-sosyal, duygusal bir ebeveyn-çocuk problemidir (bu yönde sayısız bilimsel araştırma vardır). Bu böyle bilinmelidir.
    Burada tekrar vurgulamak isterim: HADE denilen sorunun, psiko-sosyal ve duygusal unsurlara odaklanarak ve öncelikle ebeveynlerin değişimini sağlayarak çok kısa sürelerde çok net çözümleri vardır. Yukarıda ilaçla ilgili paylaştığım tüm bilgiler bir yana, sadece bu nedenle, yani ilaçsız çok başarılı sonuçlar alıyor olduğumuz için, ilaca kesinlikle hiçbir koşulda başvurulmamalıdır.
    * Hiperaktivite ve dikkat eksikliği sorunu olan çocuklara ve ailelerine neler önerirsiniz?
    İlk ve net önerim, çocuğa değil, çocuğun içinde yaşadığı, etki altında bulunduğu “mikro çevresine” bakmalılar. Öncelikle de ebeveyn olarak kendilerine bakmalılar. Burada çok önemli bir başka şeyi de vurgulamak istiyorum: Psikiyatristler, ebeveynlerin alınganlığını ve kırılganlığını sömürüyorlar; ebeveynler “suçlu” değil diyorlar. Bir “günah temizlikçisi” gibi hareket ediyorlar. Eğer, “suçtan” söz ederseniz, elbette her ebeveyn hemen savunmaya geçecektir. Suç ağırdır çünkü. Şuçu taşımak, suçla yüzleşmek kolay değildir.
    Oysa ortada suç yok. Ben de psikiyatristler gibi aynen “ebeveynler suçlu değil” diyorum. Ama aynı sebeplerle değil. Ben ardından “ama hatalılar” diyorum. Çoğu zaman farkında olmadan yapılan hatalar bunlar. Ebeveynler suçlu değil, ama ortada ciddi hatalar var. Elbette eğer ebeveyn/yetişkin sözgelimi taciz veya tecavüzde bulunmuşsa, o zaman hatadan değil suçtan söz etmek gerek. Ya da hataların neler olduğunu öğrendikten sonra bile ısrarla bu hataları tekrarlıyorsa, o zaman gene suçludur.
    Dolayısıyla ebeveyn-çocuk ilişkisinde “hatalara” odaklanılması gerekir. Örneğin nedir bu hatalar: Ebeveynin çocuğun olgunlaşmasını talep etmemesi en büyük hataların başında yer alır. Çocuğun yapabilecek durumda olduğu her şeyi ondan talep ediyor olmalıyız ebeveyn olarak. Sorumluluk bilinci, olgunlaşmanın en önemli sonucudur. Eğer biz ebeveynler, çocuğumuzun yerine yaparsak birçok şeyi, veya tamamen başıboş bırakırsak, ya da baskıcı bir tavırla bunları yapmasını ondan istersek, çocuk olgunlaşamaz, sorumluluklarını öğrenemez, “özdenetim” geliştiremez.
    Ebeveyn çocuk yerine yaparsa birçok şeyi, çocuk bağımlı birisi olmaya aday olur. Becerileri gelişmez. Başıboş bırakılırsa, bu sefer de, neyi ne zaman nasıl yapması gerektiğine dair hiçbir bilgi verilmediği için, serseri mayın gibi oradan oraya savrulur. Baskıcı bir tavırla büyütülürse, o zaman da, yanında birileri olduğunda bazı şeyleri yapar belki, ama tek başına iradesini harekete geçiremez. Aynı zamanda huzursuzluk belirtileri de gösterir.
    Çocuğumuzun yaşadığı sorunları aşmasını istiyorsak, önce kendimize bakacağız. Yakın zamanlarda şunu söyleyebilen ebeveynlere rastlıyorum ve bu beni çok mutlu ediyor: “Biz değiştik, çocuğumuz değişti!” Bunu yapabilmek için her zaman uzman yardımı/müdahalesi de gerekmez. Her ebeveyn çocuğunu ve kendini bazen uzmandan bile daha iyi tanıyabilir. Ama dikkat etmeliyiz, kendi çocuğumuza karşı “körleştiğimiz” noktalar da olabilir.
    Bu değişime niyetlenen ebeveynler, bazı temel unsurlara odaklanarak yol alabilirler. Olgunlaşma talepleri başta geliyor. Çocuğun yapabileceği her şeyin “kararlı” bir şekilde talep edilmesi gerekiyor. Ardından çocuğun gelişimini, başarılarını ve hatalarını izlemek ve çocuğu başarıları için gecikmeden desteklemek (kesinlikle maddi ödüllerle DEĞİL), hataları için de bilgilendirmek çok önemli. İletişim, her şeyden çok daha önemli. İletişim konusunda en büyük ebeveyn zaafları, hem yeteri kadar zaman ayırmamaları, hem de çocuğu tam olarak dinlememeleri. Dinler gibi görünüp de dinlememek, hiç dinlememekten daha kötüdür. Ailelerle görüşmelerimde, çoğu zaman, ebeveynle görüşmemiz sırasında, laflarımın ebeveynler tarafından sürekli kesildiğini görürüm. Biraz beklerim. Tekrar tekrar aynı durumu yaşadığımızda, şunu derim ebeveyne: “Bakın, kaç dakikadır konuşuyoruz, sürekli sözümü kesiyorsunuz, tam dinlemiyorsunuz beni; eğer çocuğunuza da aynı şeyi yaşatıyorsanız, bu çok fena bir şey. Ben bu durumun farkına varıp size söyleyebiliyorum, kendimi savunabiliyorum. Ama çocuğunuz bunu tam olarak bilinç düzeyinde değerlendirip size söyleyemez. Sadece ve sadece buna bağlı olarak bile bir çocukta ‘huzursuzluk’ ve ‘kontrolsuz hareketlilik’ oluşabileceğini lütfen aklınızdan çıkarmayın.”
    Ebeveynin sevecenliği de ayrıca büyük önem taşıyor. Sevgi eksikliği ya da fazlalığı değil konu. Çoğu ebeveyn şöyle diyor: Çok sevdik galiba çocuğumuzu, ondan böyle oldu. Keşke, keşke oyle olsa... sevginin fazlası olmaz... daha doğrusu sevginin fazlasının kimseye zararı olmaz... ebeveynlerin aşırı sevgi diye adlandırdıkları, “bunaltıcı ilgi” aslında. Çocuğun her adımını kontrol eden bir ilgi. Bu çok tehlikeli. Çocuk “bağımsız bir kişilik” gelişimine firsat bulamıyor. HADE tanısı konmuş çocukların hemen hepsinin “özgüven” problemi vardır, kendi başlarına bir şey gerçekleştirme becerileri yoktur. Bu becerileri yoktur, çünkü buna fırsat bulamamışlardır.
    Ebeveyn sevgisi kimi zaman da ilk bakışta hemen algılanamayacak bir özellik taşıyabiliyor. Ebeveynler kimi zaman, çocuğun ihtiyaçlarını gözeterek değil de, kendi ihtiyaçlarını gözeterek sevgi ilişkisine giriyor. Sevginin eksikliği/fazlalığından ziyade dikkat edilmesi gereken boyut bu. Önemli olan şudur: Ebeveyn çocukla ilişkisinde, kendini tatmin etmek üzere mi hareket ediyor, yoksa çocuğunu tatmin etmek üzere mi? Ayrım buradadır. Küçük çocuklarla annelerinin ilişkisinin videoya kaydedildiği nefis bir araştırma vardır örneğin. İlk bakışta (örneğin çoğu psikiyatristin bakışında) iki ayrı annenin çocukla ilişkisiyle ilgili video görüntüsünde herhangi bir fark yoktur. İkisi de çocuğuna ilgi gösteriyor, zaman ayırıyor, seviyordur. Çıplak gözle fark göremezsiniz yani. Oysa yakından bakıldığında çok ama çok önemli bir fark görülür. Bir anne, çocuğu öncelikle kendisi ihtiyaç duyduğunda seviyor, okşuyordur, ama diğer anne, çocuğun ihtiyaçlarını “hissederek” bu ilişkiyi kuruyordur. Bu iki annenin çocukla ilişkisindeki bu farkı tespit edebilecek psikiyatrist Türkiye'de yoktur, psikolog var mıdır, ondan da emin değilim... ama işte bu farktır, bir çocuğun kendine güvenen, bağımsız bir kişilik geliştirmesini sağlayan, öteki çocuğun ise güvensiz, bağımlı, hırçin bir çocuk olmasına sebep olan...
    HADE teşhisi konan çocuklara yakından baktığımızda, bu çocukların çoğunun erkek çocuklar olduğunu görüyoruz (kız erkek oranı 1'e 10 civarında). Ebeveynlerin erkek çocuk tercihi Amerika'da bile %80 dolaylarında. Erkek çocuk tercih eden ebeveyn, erkek çocuğuna çok da farklı davranıyor. Genellikle şımartıyor. İsteklerini sürekli karşılıyor. Çocuğun sevgi ve ilgi ihtiyacını değil, oyuncak ihtiyacını (bu oyuncaklar nedense çoğunlukla silah oluyor), fazla fazla karşılıyor. Hem şımartıyor hem ihmal ediyor, hem de daha sonra erkek çocuktan çok şey bekliyor. Ama çocuğun “duygusal zekasında” ciddi boşluklar oluştuğu için, çocuk bu beklentileri karşılayamıyor. Okula başladığında da sorunlar iyice su yüzüne çıkıyor. Aslında sorun 2-3 yaşından itibaren işaretlerini veriyor. Ama aile üzerinde durmuyor. Anaokuluna gidiyorsa, oradaki eğitmenler de çok aldırmıyorlar. İlkokul öğretmeni ilk şikayetleri dile getiren kişi oluyor. Kimi zaman kalabalık sınıflar, eğitim sisteminin beklentileri (Türkiye’de olsun Amerika'da olsun, eğitim garip bir disiplin anlayışıyla yürütülüyor), çocuğu sıkıntıya sokuyor. Öğretmen de duyarsız ise, durum anında vahimleşiyor. Fakat ben her zaman önceliği aileye veriyorum. Bu öncelikle bir aile sorunudur ve çözümün de önce orada bulunması gerekir. Eğer öğretmen destek olursa, çok daha kısa sürede sonuç alınır. Ama ailenin desteği olmadan sadece iyi öğretmenle sonuç alamazsınız.
    HADE benzeri sorunlar “çağımızın” sorunları. Her iki ebeveynin de çalıştığı aileler çok sayıda. Parçalanmış aileler de azınsanmayacak oranlara yükseliyor. Tek ebeveynle büyüyor çocuklar. Bu çocuklara kimi zaman çok büyük hatalar yapan “büyükanneler” veya “eğitimsiz bakıcılar” bakıyor. Amerika’da, varlıklı ailelerin çocuklarına daha çok ilaç veriliyor. Türkiye’de de durum bence böyle. İlaç, üç büyük şehirde tüketiliyor. Orta ve üst sınıfta daha yaygın.
    Televizyonu atlamamak gerek. Tek başına sebep değil hiçbir zaman, ama önemli. Bu çocukların önemli bir kısmı, neredeyse gün boyu televizyon başında olan çocuklar. TV karşısında “dikkat eksiklikleri” YOK. TV seyrederken PASİFLER çünkü. Ne zaman “aktif” hale gelmeleri gerekse, zihinsel ve duygusal donanımları yetersiz olduğu için ciddi anlamda zorlanıyorlar. “Hiperaktivitede” “aktivite” yok aslında... eğer aktivite dediğimiz şey, “amaçlı yapılan bir şey” ise, bu çocuklarda “amaçlılık" nerdeyse hiç yok. Zaten o nedenle de “hiperaktivite” denmesi doğru değil... Öte yandan çocuğu televizyondan uzak tutmak için ebeveynlerin “yasaklayıcı” bir tavıra başvurmamaları gerekiyor. Burada püf noktası, çocuğa anlamlı ve cazip alternatifler sunabilmekte. Sadece televizyonla ilgili değil, çocuğu uzak tutmak istediğimiz her şey için anlamlı ve cazip alternatifler üzerinde kafa yormamız gerekiyor. Bu alternatifler içinde de en etkilisi, ebeveynin çocuğuyla birlikte geçireceği kaliteli birlikteliktir. Burada dikkat edilmesi gereken birlikteliğin kalitesidir, süresi değil. Fakat son yıllarda bazı uzmanların, işleriyle çok meşgul ebeveynlerin vicdanlarını rahatlatmak için söyledikleri gibi on beş dakika yetmez. Tamam, saatlerce süren kalitesiz birliktelik yerine, yarım saatlik kaliteli birliktelik tercih edilmelidir, ama on beş dakika da hiçbir çocuğa yetmez. Kaliteli birlikteliğin “kalitesi” nasıl ölçülür diye sorulacak olursa, ebeveynin o birlikteliği bir görev olarak değil de, gönülden yaşıyor olması yeterlidir. Kimi zaman çocuğuna zaman ayırmasını istediğim babalar bunu gerçekleştirmeye gayret ederler. Ama birkaç hafta sonra çocuğa gelişmeleri sorduğumda, “artık babam benimle birlikte oluyor, ama hemen sıkılıyor, ofluyor pufluyor” dediğine şahit olmuşumdur. Baba, çocuğuna “görev duygusuyla” zaman ayırdığı için, oradan bir hayır çıkmıyor doğal olarak.
    Şu yanlış: yeterince hareket etme fırsatı, “enerjilerini boşaltma” fırsatı bulamıyor bu çocuklar, açık havada hareket olanağı sağlanırsa bu sorun da çıkmaz ortaya. Kız çocukları farklı durumda değil ki, neden kız çocuklarında aynı sorun çıkmıyor. Soruna buradan bakmak fevkalade yanlış. Önemli olan, çocuğun “gelişimsel ihtiyaçlarının” karşılanmıyor oluşu (gelişimsel ihtiyaçların başlıcaları: çocuğu anlayarak oluşan ilgi, sevecenlik ve yumuşaklıkla örülmüş denetim, olgunluk talepleri, iletişim...). Bu ihtiyaçlar karşılandığında, “hareket ihtiyacı” da ortadan kalkacaktır. Tabii, “apartman çocuğu” olgusunu burada gözardı edecek değilim; çocuğun sıkışık mekanlarda yaşamaya mecbur kalması elbette hoş bir şey değil. Fakat, “özdenetim” sorununun da, “motivasyon eksikliğinin” de, “huzursuzluğun” da, çocuğun “enerjisini boşaltamıyor oluşuyla” hiçbir alakası yok. Bu, sorunu yanlış yerde görüp, çözümü de yanlış yerde aramaya sebep olacak bir bakış. Örneğin, bazı öğretmenler, “hadi yavrum sen çık, bahçede şöyle bir koş gel” diye çocuğu bahçeye çıkarmaktalar; bu fevkalade yanlış bir uygulama. Böyle yaptığınızda, çocuğun zihnine, bu hareketliliğinin kendi iradesi dışında oluşan bir şey olduğu düşüncesini yerleştiriyor olursunuz ve bu kontrolsuz/bilinçsiz hareketliliği “pekiştirmiş” olursunuz. “Özdenetimin” de oluşmasına engel yaratacak bir durumdur bu.

    http://www.ustunongel.com/index.php?ll=detay&src=36

  7. #7

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Yankı Yazgan, benim de okumaktan zevk aldığım bir doktor yazar. Özellikle bizden, toplumumuzdan örnekler ve yöntemlerle karşımıza çıkması beni etkilemeye yetiyor.

  8. #8
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?

    Psikiyatrik Suistimalin Bitmeyen Tarihi-Üstün Öngel'den

    Üstün Öngel (*) Geçen ay, Adana Ekrem Tok Ruh Sağlığı Hastanesi’nde devam edegelen insanlık dışı uygulamalar medyaya yansıdı. Star TV’de Deşifre programında, gizli kamera ile kaydedilmiş görüntüler birkaç hafta üst üste yayımlandı. Dehşet görüntüleriydi her biri. Sürekli dayak yiyenler, hakarete uğrayanlar, toplu ve çıplak halde hortumla yıkananlar ve daha sayısız yürek daraltan görüntü. Psikiyatrik suistimalin bitmeyen tarihini yazanları haklı çıkaran uygulamalardı bunlar. Bunların içinde özellikle dikkatimizi çekmesi gereken bir görüntü ise 11 yaşında bir çocukla ilgiliydi. Çocuğa zorla, dayakla ilaç içiriliyordu. Hakarete ve şiddete maruz kalıyordu çocuk. Programı hazırlayanlar da, konuyu tartışanlar da, çocuğun karşılaştığı şiddete odaklandılar sadece. Oysa bundan önce o çocuğun neden orada olduğunu sormak gerekiyordu: Bir ruh sağlığı hastanesi bir yetişkin için bile uygun değilken, bir çocuğun böyle bir hastaneye yatırılması nasıl olabiliyor? Karanlık “bilim” E.A. şimdi 12 yaşında. Toplamda bir yıldan fazla üç ayrı hastanede tutulmuş. Sadece ilaç verilmiş, hiçbir yardım sunulmamış. E.A. ilk kez psikiyatriste götürüldüğünde 9 yaşındaymış ve başlangıçtan itibaren ona verilenler bir yetişkini bile hayalete çevirecek ağır ilaçlar. Yatırıldığı iki ayrı hastanede iki kez EKT (elektroşok) vermeye de yeltenmişler. Kalbi delik doğmuş ve 5 yaşında kalp ameliyatı geçirmiş olmasının belki de ilk kez yararını görmüş, bu sayede EKT yapılmamış E.A.’ya. Yetişkinlere bile EKT yapılması doğru değilken, 10 yaşında bir çocuğa yapmaya kalkışmalarına şaşıranlar olacaktır mutlaka… Şaşırmayın, yeryüzünün bu en karanlık “bilimi” böyle bir şey işte. E.A.’nın maruz kaldığı uygulamalar, halının altına süpürülenlerin sadece bir kısmı, inanın. Yaşananlardan hepimiz sorumluyuz üstelik. Yıllarca bu uygulamalara karşı üç maymunu oynadığımız için sorumluyuz. Nasıl ki yakın bir geçmişte 17 aylık bebeğe tecavüz edilmesi, o rezilliği yapanlar kadar taciz ve tecavüzlerin varlığını inkâr edegelen bir toplumun da utancı ise, E.A.’ya yaşatılanlar da öyle. E.A.’nın sorunu neydi ki, aylarca hastanede tutulmuş, EKT girişimiyle karşılaşmış, bu ağır ilaçlar verilmiş, diye sorabilirsiniz, şaşırmaya devam ederek. İlk kez TV’de görüntüleri izlediğimde (E.A.’nın yüzü gösterilmemişti), E.A.’nın “zihinsel bir engeli” olduğu tahmininde bulunmuştum. Olsa olsa, ağır zihinsel engel altındaki bir çocuğu, ailesi çaresizlik içinde hastaneye teslim etmiştir, demiştim. Oysa tahminimde yanılmıştım, E.A.’nın hiçbir zihinsel engeli yoktu. “Yoktu” diyorum, zira bu ilaçları almaya devam ettiği takdirde bir zihinsel engelliye dönüşecek; şimdi de zaten bunun kıyısında. E.A.’ya yaşatılanlar, psikiyatrinin, kurum olarak başlangıcından bugüne değişen formlarda ama aynı insafsızlıkla insana reva gördüklerinin tek bir kişide –bir çocukta– karşımıza çıkmış hali, diyebiliriz. Çalınan hayat E.A., kan uyuşmazlığı yaşayan bir anne-babanın doğurduğu ikinci çocuk. İlk çocukları ölü, E.A. ise kalbi delik doğmuş. Ama yaşamış, yaşama tutunmuş ve 5 yaşında kalp ameliyatı olmuş. Sülalenin ilk torunu E.A., ilk erkek torunu. Haliyle el üstünde tutulmuş. Beş yaşındaki ameliyata kadar ve ameliyat sonrası aşırı korunmuş, bir dediği iki edilmemiş. Dokuz yaşında ilkokul üçüncü sınıftayken, okul rehberlik servisinin yönlendirmesi ile bir piyasa psikiyatristine götürülmüş. Önce “hiperaktivite” teşhisi konmuş. Birkaç ay geçtiğinde, bu psikiyatristin verdiği hiperaktivite ilacı (ki bu ilaç özellikle kalp yetmezliğine yol açarak çocukların ölümüne sebep olan sicili en bozuk ilaçlardan biri), çocuğun “hırçınlığına” ve “sınıftaki uyumsuzluğuna” çare olmamış. Herhangi bir ilacın belirtilen bu sorunları çözmesi zaten olası değil. Sonra teşhis, “atipik psikoz” olarak değiştirilmiş ve ağır bir başka ilaca, “şizofreni” dedikleri şeyi sözde tedavi etmek için yetişkinlere verdikleri bir ilaca başlanmış. Bu da bir işe yaramamış. Nasıl yarayabilir ki? İnsanı hayalete dönüştürmekten başka işlevi olmayan bir ilaç bir “çocuğun” sorununu nasıl çözebilir ki? Ardından E.A. yine bir piyasa psikiyatristine, bu kez bir çocuk psikiyatristine götürülmüş. Bu duyarsız psikiyatristin eliyle de Çukurova Üniversitesi Hastanesi Psikiyatri Kliniği’ne yatırılmış (yetişkinlerin yatırıldığı bir klinik bu; zaten çocuklara özel herhangi bir yer yok). İlk EKT yapma girişimi burada olmuş. Üç ay yatmış üniversite kliniğinde. Sonra İstanbul’a, Balıklı Rum Hastanesi’ne götürülmüş, ailenin bütçesini aşan masraflar edilerek. Balıklı’da yatışı uzun olmamış, ama orada da ikinci EKT girişimiyle karşılaşmış. Bu arada, teşhis de “atipik psikoz”dan, “şizofreni”ye dönüşmüş. Hastane turunun sonunda ise Adana’da Ekrem Tok Ruh Sağlığı Hastanesi’ne kapatılmış. Önce iki ay, ardından 9 dokuz ay orada tutulmuş. TV’de izlediklerimiz, bu dokuz ayın sonuna doğru çekilen görüntüler. E.A.’yı “kurtarmak” Anne-baba tükenmiş ve üç yıllık ağır suistimalin ardından çare arıyor. E.A. şu an ailesiyle birlikte. Aldığı ağır ilaçlar yüzünden konuşma yetisini kaybetmiş halde, sözel iletişim kurulamıyor E.A. ile. Zira bu ilaçlar zihni baskılıyor, nörolojik sisteme hasar verecek düzeyde olumsuz etkiler yaratıyor. Kısa süre içinde ilaçlardan kurtarılmaz ise, E.A.’nın geri dönüşü çok zor olacak. Aile ilaçların yol açtığı büyük sorunların farkında ve çocuklarının bir an önce akranları gibi okula, toplumsal hayata dönmesini arzu ediyor. E.A.’nın şu an altıncı sınıfta olması gerekiyor, ama beşinci sınıfı bitirememiş durumda; yani iki yıllık kaybı var. Aile, kuruculuğunu ve yönetim sorumluluğunu üstlendiğim ve birkaç aydır faaliyette olan Psikolojik Yardım Derneği’ne ulaştı ve yardım etmemizi istiyor. Dernek olarak tereddütsüz E.A.’ya yardımı üstleneceğiz. Ancak önümüzde çok büyük bir güçlük var: E.A.’nın akranlarının arasına dönmesini sağlayabilmemiz için, önce en kısa sürede aldığı bu ağır ilaçlardan kurtarılması gerekiyor. Ancak bunu, E.A. ailesiyle birlikteyken yapabilmemiz çok zor, imkânsıza yakın. Zira, aile, ilaçların kesilmesiyle ortaya çıkabilecek olumsuzlukları göğüsleyebilecek halde değil. Bu koşullar altında, dernek merkezimizin (iki odalı bir apartman dairesi) bir odasını ona uygun hale getirip orada misafir etmeye karar verdik ve bu misafirlik süresini, minimum üç ay olarak belirledik. İlaçlardan arınma ve sonraki gelişmeler olumluya döndüğünde, E.A.’ya ailesiyle birlikte yardım etmeyi sürdüreceğiz. O süreçteki yardım ve desteğimizi E.A. 18 yaşına gelene kadar devam ettirme kararlılığındayız. Hep birlikte E.A.’nın yetişkin hayata salimen ulaştığını görmek istiyoruz. Ancak bunları yapabilmemiz için, yeni kurulan ve imkânları sınırlı bir dernek olarak bizim de acilen desteğe ihtiyacımız var. Dernek Merkezinin ve ona ayıracağımız odanın, E.A’ya uygun hale getirilmesi ve ona dönüşümlü olarak 24 saat eşlik edecek kişilere hizmetlerinin karşılığını verebilmemiz için yardıma ihtiyacımız var. Bu uzun sürecek zorlu yolculukta ilgili ve duyarlı herkesin yardım ve desteğini bekliyoruz.

    (*) Üstün Öngel, sosyal psikolog, www.ustunongel.com Psikolojik Yardım Derneği: Cemalpaşa mah. Cevat Yurdakul cad. Seyhan Apt. Kat: 1 D: 6 Seyhan/ADANA Tel: 0322. 459 72 62 ; 0543 573 30 31 www.psikolojikyardim.org uongel@cu.edu.tr; uongel@ttnet.net.tr

    http://ezgininguncesi.blogspot.com/2007/04/psikiyatrik-suistimalin-bitmeyen-tarihi.html

  9. Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?


    Kübra'cım, gönderdiklerinin hepsini takipteyim

    Sağolasın.

  10. #10
    Üyelik Tarihi
    01 Şubat 2004
    Bulunduğu Yer
    Kuzey elleri
    Mesaj
    29.167

    Re: ESKİDEN HİPERAKTİVİTE Mİ VARDI?



    Gerçekten DEHB'mi?

    Aşırı hiperaktif, dikkatsiz ya da dürtüsel olan herkeste DEHB yoktur. İnsanların çoğu bazen kastetmedikleri şeyleri ağızlarından kaçırırlar veya bir işten diğerine atlarlar ya da dağınık ve unutkandırlar, doktorlar sorunun DEHB olup olmadığını nasıl söyleyebilirler?
    Davranışlar yaşamın erken döneminde, 7 yaşından önce ortaya çıkmalı ve en azından 6 ay boyunca devam etmelidir. Her şeyden önce, davranışlar sınıfta, oyun alanında, evde, toplum içinde ya da sosyal ortamlar gibi insan yaşamının en az iki alanında gerçek bir sorun oluşturmalıdır.

    Bir çocukta DEHB olup olmadığını değerlendirmek için doktorlar bir kaç kritik soruyu göz önünde bulundurmaktadır: Bu davranışlar aşırı, uzun süreli ve yayılım gösteren bir nitelikte midir? Yani, bunlar aynı yaştaki diğer çocuklara kıyasla daha fazla mı ortaya çıkmaktadır? Bunlar geçici bir duruma tepki olarak ortaya çıkan davranışlar mıdır? Yoksa süreklilik gösteren sorunlar mıdır? Davranışlar birkaç ortamda mı, yoksa oyun alanı ve sınıf gibi bir tek alanda mı görülmektedir?

    Belirtiler

    DEHB'nin temel özellikleri dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüselliktir.
    DEHB semptomları sıklıkla dikkatsizlikten önce dürtüsellik ve hiperaktivite belirtileriyle aylar süren bir seyir izleyerek ortaya çıkar; dikkatsizliğin ortaya çıkması bir yıl ya da daha uzun sürebilir. "Yerinde duramayan" veya başka bir biçimde yıkıcı olan çocuk okulda dikkat çekebilir, ancak gündüz saatlerinde rüya gören dikkatsiz bir çocuk gözden kaçırılabilir. Düşünmeden hareket eden dürtüsel bir çocuk bir "disiplin sorunu" olarak görülebilirken, pasif ve uyuşuk bir çocuk yalnızca motivasyonu eksik olarak değerlendirilebilir. Ancak bunlar farklı DEHB türleri olabilir. Tüm çocuklar bazen huzursuzdur, bazen düşünmeden hareket ederler ve bazen gündüz saatlerinde rüya görürler. Çocuğun hiperaktivitesi, dikkatinin kolayca dağılması, konsantrasyonunun yetersiz olması veya dürtüselliği okul performansını, diğer çocuklar ile olan sosyal ili?kilerini ya da evdeki davranışlarını etkilemeye başladığında DEHB'den kuşku duyulmalıdır.

    Dikkatsizlik

    Dikkatsiz olan çocuklar zihnini bir konu üzerinde toplamakta zorlanır ve yalnızca birkaç dakika sonra bir işten sıkılabilirler. Gerçekten zevk aldıkları bir şeyi yapmakta iseler dikkatlerini toplamakta hiçbir güçlük çekmezler.
    Bu çocuklar için ev ödevi özellikle zordur. Ödevlerini yazmayı unuturlar ya da okulda bırakırlar. Eve kitap getirmeyi unuturlar veya yanlış kitabı getirirler. Erkeklerde DEHB kızlara oranla daha fazla görülür. Kızlarda dikkatsizlik daha ön plandadır.
    Dikkatsizlik belirtileri aşağıda yer almaktadır:
    Sıklıkla ilgisiz ses ve görüntüler ile dikkatin kolayca dağılması
    Sıklıkla ayrıntılara dikkat edilmemesi ve dikkatsizlikten kaynaklanan yanlışlar yapılması
    Talimatların nadiren dikkatle dinlenmesi ve oyuncak, kalem, kitap veya bir iş için gerekli malzemelerin tamamen kaybedilmesi ya da unutulması
    Bir aktiviteyi tamamlamadan diğerine atlanması
    Dikkatsizliğin baskın olduğu tipteki DEHB tanısı konulan çocuklar nadiren dürtüsel veya hiperaktiftir, ancak dikkatlerini toplama açısından anlamlı ölçüde sorunlar yaşarlar. Ayakta uyuyor izlenimi verirler, kolayca kafaları karışır, yavaş hareket ederler ve uyku halindedirler. Bilgileri diğer çocuklar kadar çabuk ve doğru işleyemezler. Öğretmen yazılı ya da sözlü talimatlar verdiğinde bu çocuk ne yapması gerektiğini anlamakta güçlük çeker ve sıklıkla hata yapar.

    DEHB'nin nedenleri nelerdir?

    Şu anda, DEHB'nin yalnızca sosyal faktörlerden ve çocuk yetiştirme yöntemlerinden kaynaklandığını gösteren ikna edici az sayıda kanıt vardır. En büyük ölçüde doğrulanmış olan nedenlerin nörobiyoloji ve genetik alanlarında yer aldığı görülmektedir. Bu saptama çevresel faktörlerin hastalığın derecesini etkilemeyebileceği anlamına gelmemektedir ve özellikle bozukluğun derecesi ve çocuğun çektiği sıkıntılar çevreden etkilenmekte, ancak bu tür faktörlerin bizzat bozukluğun ortaya çıkmasına neden olmadığı düşünülmektedir.

    Hiperaktivite-Dürtüsellik

    Hiperaktif çocuklar daima hareket halinde oldukları ya da hareketliliklerinin devam ettiği görülür.
    Dürtüsel çocukların ani tepkilerini engelleyemedikleri veya düşünmeden hareket ettikleri görülür.
    Hiperaktivite ve dürtüselliğin bazı belirtileri şunlardır:
    Huzursuzluk hissi, ellerin ve ayakların sürekli kıpırdaması veya otururken kıvranmak
    Oturmanın ya da sessiz davranmanın beklendiği durumlarda koşmak, tırmanmak ya da oturduğu yerden kalkmak
    Sorunun tamamını duymadan yanıt vermek
    Kuyruk ya da sıra beklemede güçlük çekmek

    Bazı ebeveynler çocuklarındaki dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik belirtilerini çocukları okula başlamadan çok önce görürler. Çocuk oynadığı oyuna ya da izlediği televizyon programına karşı ilgisini yitirebilir veya tamamen kontrolden çıkabilir. Ancak, çocuklar farklı hızlarda olgunlaşabilir ve kişilik, mizaç ve enerji düzeyleri büyük farklılıklar gösterebilir. Davranışın çocuğun yaşı için uygun olup olmadığını anlamak üzere doktor görüşü alınmalıdır.
    Ebeveyn veya bakıcı DEHB'den kuşkulanabilir ya da çocuğun sorunları okulda da ortaya çıkıncaya kadar fark edilmeyebilir. DEHB'nin en güçlü biçimde okuldaki işlevselliği etkileme eğilimi gösterdiği için, bazen çocuğun hiperaktif veya dikkatsiz olduğunu anlayan ilk kişi öğretmendir.

    http://www.turkiyedehbkilavuzu.com/dehb.php


Benzer Konular

  1. eskiden sanal üye olmanın bile bi adabı vardı
    Konuyu Açan: aylin_türkgil, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 62
    Son Mesaj: 26 Temmuz 2008, 08:55
  2. Eskiden Kaydırak mı Vardı?
    Konuyu Açan: nerdogan, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 15
    Son Mesaj: 17 Temmuz 2007, 15:12
  3. kim eşine evet benim eskiden ex aşkım vardı diyebildi
    Konuyu Açan: NİL-TAN, Forum: Genel Forum.
    Cevap: 62
    Son Mesaj: 20 Nisan 2007, 04:15
  4. Eskiden çay demleyenimiz vardı :) hani nirdeeelerrr
    Konuyu Açan: mine_bal, Forum: Geyik.
    Cevap: 71
    Son Mesaj: 25 Nisan 2006, 00:44
  5. Cevap: 5
    Son Mesaj: 25 Mart 2006, 23:01

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Dosya Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.