Çok iyi bildiğiniz gibi, günlerden bir gün, Nasreddin Hoca iğnesini kaybeder. İğnesini evin avlusunda aramaya başlar.

Fakat onca zaman aramasına rağmen iğne bulunamaz. Komşusu iğneyi nerede düşürdüğünü sorar. Hoca kendinden emin cevap verir: “Ahırda!” Hayretler içinde kalan komşusu, “Ahırda kaybettiğini ahırda aramalısın!” der. Nasreddin Hoca cevap verir: “Ama avlu daha aydınlık!”

Nasreddin Hoca öykülerinin ilk bakışta sadece komik görünen, ama temelde derin bir anlama işaret eden paradoksal mesajları vardır. Psikoterapist/psikiyatrist dostlarım bu paradoksal anlamları çoktan tedavi seçenekleri içine kattılar bile. Bugünlerde yolunuz onlardan birine düşerse, en azından bu öykünün hangi derin sorununuzu çözmeye yardımcı olacağını size çıtlatmış olayım.

Kaybettiğiniz şeyi niye ararsınız? Elbette bulmak için, değil mi? Bulunca onu aramaktan vazgeçersiniz; böylece arayışınız biter. Peki ya, size arama eyleminin kendisi de güzel ve anlamlı geliyorsa? Yani, bizzat arama eyleminin kendisi aradığınız şeyse? İşte, Nasreddin Hoca’nın da fısıldadığı bu: “İğneyi aramıyorum ki onu düşürdüğüm yere bakayım. Benim için önemli olan aydınlıkta olmak, ışıkta kalmak. Bu yüzden avluda arıyorum.” Onun önce ve öncelikle aradığı iğne değil, ışıktır. Ve işte avluda yeterince ışık vardır!

Zen geleneğinde de öğrenci üstadına safça sorar: “Gün doğumu sırasında yaptığımız âyinin güneşin doğuşuna bir katkısı var mı?” Üstadı “hayır!” anlamında başını sallayınca, öğrencinin bütün dünyası yıkılır. “O halde yıllardır yaptığım âyinleri boşuna mı yaptım?” Şefkatli bir tebessümle cevap verir üstadı: “Güneş doğarken seni hep uyanık tuttu ya!”

Bilgelik farklı dillerde de olsa, aynı şeyi fısıldıyor bize. Nasreddin Hoca’nın aradığı “ışık” ile, Zen öğrencisinin her âyinde farkına varmadan tanık olduğu “ışık” aynıdır. Sonuç kadar sonuca giden yolda yaşadıklarımız da önemlidir.

Kadınların ve erkeklerin iletişim farklılıklarını da bu meseller eşliğinde anlayabiliriz. Erkekler Nasreddin Hoca’nın “iğneyi bulmak” için konuşurlar. Yani, onlar için önemli olan, eylemin kendisi değil, eylemin sonucudur. Konuşurlar çünkü bilgi aktarmak isterler. Konuşurlar çünkü bilgi toplamak isterler. Konuşarak aradıkları şey bilgidir.

Kadınların da “iğneyi bulmak” için konuştukları olur. Ancak, kadınlar, çoğunlukla, hemcinsleri olmayan Nasreddin Hoca gibi iğneyi aramayı bahane edip, avluda ve aydınlıkta kalmayı tercih ederler.

Kadınlar konuşurlar, çünkü ne söylemek istediklerini konuşarak bulurlar. Yani, sesli düşünürler. Erkekler ise, söylemek istediklerini bulmak için susmayı yeğler.

Kadınlar konuşurlar, çünkü üzüntü ve kederlerini konuşarak hafifletirler. Bu durumda bir şey iletmek istedikleri yoktur; sadece konuşmak için konuşurlar. Erkekler ise üzülünce susarlar, ağızlarını bıçak açmaz, taş duvara dönüşürler. Erkekler, bu konuda, Zen öğrencisi kadar cahildirler. Onlara göre âyin güneşin doğmasına katkıda bulunmak için yapılıyor olmalıdır. Fakat kadınlar sözcükleri uyanık kalmak için kullanırlar. Sözcüklerinin anlamlarının peşinde değillerdir, sözcüklere eşlik eden ışığın peşindedirler; yani “avluda kalmak” isterler.

Kadınlar konuşurlar, çünkü yakınlık kurmak isterler. Kadınlar için sözcükler bir başkasının ruhuna uzattıkları küçük halatlardır. Sözcüklerin içeriği değildir önemli olan; sözcüklere tutunabilmektir. Oysa erkekler, yakınlık kurmak istediklerinde sözcükleri değil, suskunlukları kullanırlar; onlar için sözcüklerin anlamlarından öte bir amacı yoktur. Kadınlar için içinde hiç iğne bulunmasa da avlunun aydınlık olması önemlidir.

Kadınlar konuşurlar, çünkü duygularını paylaşmak isterler. Kadınlar için sözcükler iç dünyalarının kuyularına sarkıttıkları kovalar gibidir. Önemli olan kovanın varlığıdır; kovada ne olduğu değildir. Erkekler ise, duygusal yakınlığa ihtiyatla bakarlar, iç dünyalarına dönmek istediklerinde susarlar, üzerlerine gelinmesin isterler.

Özetlemeye çalıştığım gibi, erkekler ve kadınlar sadece bilgi alıp vermek için konuşma konusunda mutabıktırlar. Konuşmanın diğer amaçları kadınlara özgüdür. Kadınların diğer konuşma amaçlarında erkeklere düşen sessizlik ve suskunluktur. İşte bu yüzden, erkekler suskun kalmayı ve suskun kalınmasını yeğledikleri özel durumlarda kadınlara dinleyici olmayı beceremiyorlar. Yine bu yüzden, kadınlar kendilerinin konuşmayı ve konuşulmayı yeğledikleri özel durumlarda erkeklere suskun kalmayı ve beklemeyi beceremiyorlar. Sorunların çoğu da bu karşılıklı beceriksizliklerden kaynaklanıyor.

Bilmem anlatabildim mi