• YAĞMURDA VAN GOGH’UN PEŞİNDE

    Garip bir şehir Amsterdam. İsmini de kuzey denizine dökülen Amstel nehrinden almış. Amsterdam resmi olarak Hollanda’nın başkenti ama hükümet Hague kentinde ve kraliçe burada yaşıyormuş. Her bir sokağı örümcek ağı gibi kanallarla çevrelenmiş. Dolayısıyla yön kavramınız bir zaman sonra arızaya geçiyor. Yol karıştırmak çok mümkün. Her sokağın arasında kanallar var. Dolayısıyla her yer birbirine inanılmaz benzemeye başlıyor. Hep aynı yerde dolanıyormuşuz hissine kapılmamanız mümkün değil. İlk başta sevimli geliyor, hoşuna gidiyor gezerken ama sonra sıkıcı olmaya başlıyor. Kanalların yapılma nedeni ise, şehir deniz seviyesinden aşağıda olduğu için sellerden korunmak için ve/veya şehri istilalardan korunmak için olduğu yazılmakta. Dümdüz bir şehir Amsterdam. Dolayısıyla bir bisiklet cenneti. Bisikleti severim amma işe de bisikletle gitmek, yağmurda bisikletin tepesinde ıslanmak fikri hiç mi hiç cazip gelmez bana. Çocuklarını yağmurda bile bisikletlerinin önlerindeki kutularda taşıyorlar. Üşümüyorlar. En büyük tespitim bu aslında. Hepsi ince birer yağmurlukla gezerken ben üst üste iki kazakla titreyerek dolaştım Dam meydanında. Üşürsem hiçbir şeyden zevk almam. Tüm hayatı fonksiyonlarım stand by moduna geçer.



    Üç günlük bir hafta sonu gezisi yaptık geçenlerde. Gerçi biraz kötü bir zamanlamaydı ama yeni bir yer görme fikri beni daima heyecanlandırır. İlk gün uçaktan inip koşarak otele gidip, valizlerimizi atıp dolaşmaya çıktık. Zaman o denli kıymetliydi ki, dakika bile kaybetmek istemiyorduk. Yolculuğu birlikte yaptığımız çok yakın arkadaşlarımız Selay ve Levent ile çok eğlenceli bir üç gün geçirdik. Gerçi biz sık sık birlikte seyahat eden uyumlu çiftler olduğumuz için sorun yaşamadan gayet dolu her dakikası programlanmış bir tatil yaşadık. Van Gogh müzesi dönüşü yemek yiyeceğimiz yer yüzünden küçük bir kriz atlatsak ta her şey kıskanılasıydı.



    İlkin kendimize kanalda bir gezi ayarladık. Yaklaşık bir saat süren geziyle kanallardan kanallara gezip durduk. Kanalların içindeki tekneden evleri seyrede seyrede, tarihi binalarına baka baka, fotoğraf çeke çeke yol aldık.

    Red Light District denilen o meşhur bölge öğleden sonra gittiğimiz bir yerdi. Erken saatlerde gezmeye başladığımız için “aman burası mıymış” dedik ama hava kararmaya başlayınca ortalık bambaşka bir havaya büründü. Odaların önündeki kırmızı ışıklar yanmaya, kalın kadife perdeler açılmaya başladı ve odaların sahipleri arz-ı endam etti. Üzerlerindeki minicik mayoları veya çamaşırları ile o kadar rahatlardı ki, bakarken kendimi yanlış bir şey yapıyormuşum hissiyle buldum.. Bir zaman sonra onları seyretmenin veya meraklı meraklı ve fütursuzca bakmanın içimde garip bir eziyete, huzursuzluğa ve üzüntüye dönüştüğünü fark ettim. Çok güzelleri de var, çok çirkinleri de. Kıpırdayamayacak kadar şişmanları da var, üzücü derece de yaşlıları da. Bir tek fotoğraf çekmenin dışında –ki bu da çok ama çok ironik bir durumdu- her şeyin sonsuz derece de özgür olduğu bu bölge de gece, baştan çıkarıcı, şeytani, ürkütücü bir kadını anımsatıyor insana.

    Belirli miktarda, her türlü uyuşturucunun serbest olduğu ve fahişeliğin yasal olduğu bu şehir, sanırım bu iki özelliği ile dünyanın her yerinden turist çekmekte. Özellikle Red Light District dedikleri genelev bölgesi çarşamba pazarı gibi kalabalıktı. Her şeye rağmen insanlar çok medeni. Uluorta içilen uyuşturuculara rağmen kimse kimseyi rahatsız etmiyordu. İnanılmaz bir asayiş söz konusu idi. Genelevlerin olduğu dar sokaklarda yürürken, kırmızı ışıklı odalara bakarken kimse huzursuz etmiyor sizi. Uçsuz bucaksız bir özgürlük ve hoşgörü var. Ve bu durum beni bir zaman sonra rahatsız etmeye başladı. Bu denli özgürlük ya da başıboşluk beni sarmadı. İnsanın hayatta duracağı bir sınır olmalı diye düşünürüm daima. Hayatın o denli sonsuz uçlarda yaşanması bana gelmez. Tutucu bir tarafım var hala. Lolipop şekerlerinden tutunda, kurabiyelerine kadar istediğiniz her şeyin içinde uyuşturucu var.



    İkinci gün gezdiğimiz yer ise, yine bu ayın başında yaptığım Londra gezisinde gitmediğim Madama Tussaud müzesi idi. Mumyaların pek çoğu “ben mumyayım” diye bağırırken bazıları ise o denli gerçekçi idi ki, bir tanesini “çekilirseniz bende fotoğraf çekeceğim” diye omzundan dürtmek zorunda olduğumu söylemem gerekli. Bir tanesi ile göz göze geldiğimde gözümü kaçırmak zorunda kaldım. İlk girişte mumya zannettiğimiz mumyalar ise bizi korkutarak bağırdıklarında ise benim çığlığımdan onların daha çok korktuğuna eminim.



    Sonra Van Gogh müzesine gittik. Yağmurun delicesine yağmasına rağmen, ıslak ve çok soğuk bir öğle vakti ulaştık müzeye. Önündeki metrelerce kuyruğa aldırmadan dakikalarca kuyrukta bekledikten sonra girdiğimiz müze Vincent Van Gogh’un 200 tane orijinal tablosu, 500 karakalem çizimi, yaklaşık 700 tane mektubunu ve hayatının ve eserlerinin farklı beş dönemini yansıtıyordu.

    Resim yapmaya 26 yaşında hayatta tek anlaştığı kişi olan kardeşi Theo’nun yüreklendirmeleri ve resim yapması için gönderdiği paralarla başlayan Van Gogh’un, 37 yaşında hayatına son verdiği düşünülürse 11 yılda yaptıkları ile dünya çağında ölümsüzleşmiş olması entresandır. Bu kısacık zaman dilimine 1000 den fazla yağlıboya ve 1000 den fazla karakalem çalışması sığdırmıştır.

    Sergi boyunca en sevdiğim tablolarının “Sigara İçen Kafatası” ve yaşarken satılan ilk ve tek tablosu olan “Kırmızı Üzüm Bağı” olduğunu söylemeliyim.

    Müzede sadece Van Gogh’u değil, ondan etkilenen Claude Monet, Paul Gauguin, Jules Breton, Paul Signac gibi çağdaş ressamların eserlerini de görebiliyorsunuz.

    Van Gogh arkadaşı Paul Gauguin ile dostluğunun bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesecek kadar manik depresif bir kişiliğe sahiptir. Kulağını kestikten sonra ilişkide olduğu Rachel adlı bir genelev çalışanına hediye etmiştir. Van Gogh, gittikçe kötüleşen ruh hastalığının bir uzantısı olarak kendini göğsünden vurarak yaşamını noktalamıştır. Resimlerindeki renklere baktığımızda özellikle sarıyı bolca kullanmasının sebebinin de yine depresif ruh halinden kaynaklandığını öğreniyoruz. Ama sarıyı aynı zamanda başağın rengini, hasatı ve bereketi çağrıştırdığı içinde sıkça kullandığı yazılır belgelerde.

    Yaklaşık üç saat kaldığımız müzenin tüm galerilerini hızlı da olsa gezmeye çalıştık. Model için ödeyecek parası olmadığı için pek çok tuvalde kendi yüzünü görmeniz mümkün. Oysa bana söylese beş kuruş almadan sanat için modelliğini seve seve yapardım. Mutsuz olduğu için resimlerinde mutluluğu yansıtmak istediğini söylemiş ancak çizdiği tarla resimlerinde, portrelerinde, manzara resimlerinde bana göre ya da benim algıladığım elle tutulur bir yalnızlık, gözle görülür bir hüzün hissettim. Müze de beni en heyecanlandıran tablonun meşhur “badem ağaçları” olduğunu fark ettim. Sanırım en mutluluk veren ve canlı renklere sahip olan tek tablo oydu.

    Re-prodüksiyonları da olsa 1890 da kardeşi Theo’nun çocuğunun doğumu şerefine yaptığı “Almond blossom” ve 1998 da yaptığı meşhur “Sun flowers” benim yatak odamı süsleyecek bundan böyle.



    Dikkat çekici noktalardan biri ise, Hollanda’nın bir yemek kültürünün olmaması. Amsterdam’ı Arjantin restoranlarının işgal etmiş. Pan Cake yiyebilir ve patates kızartmalarını envai çeşit sosla deneyebilirsiniz. Arjantin Steak House’da ilk gece yediğimiz keyifli yemeği servis eden arkadaşın Mardin’li bir Süryani olması ise ayrıca şaşırtıcıydı.

    Nerede kalınır derseniz; Dam Square’da bizimde kaldığımız Grand Hotel Krasnapolsky’yı merkeziliği açısından tavsiye ederim. Otelden çıkıp sağa döndüğünüzde 100 metre sonra Red Light District’e ulaşacağınızı söylemem gerekli.

    Nereden alışveriş yapalım derseniz de; hemen otelimizin yanındaki Bijenkorf’u öneririm size. Son derece şık ve içinde her türlü markanın olduğu oldukça büyük bir mağaza. Kasım’ın 26’sından sonra gidecekseniz eğer şanslısınız çünkü kocaman bir H&M sizi bekliyor olacak.

    Geziye gitmeden haftalar evvel yaptığım “gezilecek yerler listesi”nin en başındaki Anna Frank’ın evini gezememiş olmam dışında her şey yolundaydı. Ha birde yağmur bir nefes aldırsaydı şahane olacaktı. Olsun yeni bir yeri görmenin keyfi ile yağmura çok aldırmadım. Dünyaca ünlü bir ressamın eserlerini yakından gördüm. Beni etkileyen en vurucu kısım buydu sanırım.

    Özetle; soğuk, yağmurlu ama keyifli bir tatildi. Nereye gittiğiniz kadar kiminle de gittiğiniz çok önemli tatile. Ben ruhen çok anlaştığım insanlarla tatil yapmayı seviyorum. Arkadaşlıkta biraz karşındakini anlamak, fedakarlık değil midir? “Benim dediğim olsun” diye direnecek ya da keyfinize göre hareket edecek olursanız birlikte hareket etmek imkansız hale gelecektir. İşte biz tüm bunları aşıp başka bir boyutta birliktelik yakalayabildiğimiz için birlikte olmaktan mutluyuz. Yalnız tatil yapma zamanlarımızı geçtik artık. Yanımızda birileri olsun, konuşalım, şarabı birlikte seçelim, birlikte gülelim sohbet edelim zamanlarındayım artık. Olgunluk çağımdayım yani.

    Van Gogh’un da dediği gibi, Karanlıktan varılır ışığa…

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Ekim 2010, İstanbul
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.