Ev nedir?
Teknik anlamda, insanların içinde yaşadığı ve barındığı yapıdır.
Duygusal anlamda ise; çatısı altında ailemizle bir arada yaşadığımız, beslendiğimiz, gülüp ağladığımız, binlerce anıyı biriktirdiğimiz yuvamızdır bana göre.
Huzur bulduğumuz yerdir.
En sağlam kalemizdir.
Dünyada kendimizi güvende hissettiğimiz tek yerdir.
Dünyanın en güzel otellerinde kalıp, en şık restoranlarında yemek yediğimiz halde rahatlığını ve kokusunu özlediğimiz yerdir.
Huzur denizimizdir.
En önemli sığınağımızdır.
Aşk yuvamızdır.
1994 senesinin Kasım ayında evlendim ben. Ankara’da oturuyordum ve evlenince İstanbul’da yaşayacaktım. İlk başta hoş ve heyecanlı bir fikirdi. Tamamen benim yöneteceğim, yerleştireceğim ve idare edeceğim bir evim olacaktı. Kendimi çok önemli hissedecektim! Küçük bir odam yerine kocaman bir evim olacaktı. O evin hanımı ben olacaktım. Neyse evlendik ve Abant’a balayına gittik. Üç gün Abant’ta romantik bir balayı yaptık, yedik, içtik, tutkuyla seviştik ve dönüş yoluna geldik. Abant’tan çıkınca yani yol ayrımına gelince sağa dönerseniz Ankara istikametine gidersiniz. Sola dönünce ise İstanbul’dur yönünüz. Üç dört gün evvel, dünyanın merkezi olmuşum, etrafımda bir sürü insanla mutlu olmuşum, şahane bir üç gün geçirip yola çıkmışız. İçimde de hafif bir telaş var. Çok tanıdık bir duyguydu aslında. “Eve geç kalmışlık” duygusuydu bu. Aslında benim sık sık hissettiğim bir şeydi bu durum. Evet yine aynı bu hislerle kalbim atmaktaydı. Benim hala aklım bir karış havada ve eve dönen bir çocuğun mutluluğu ile oturuyordum arabada. Karlı patikalardan geçerek yol ayrımına geldik ve önümüzde iki tane tabela durmaktaydı. Sonra eşim arabanın direksiyonunu sola kırıp yola devam etti. Beni birden müthiş bir telaş kapladı. Bu adam nereye gidiyordu. Ankara yönünü gösteren koskocaman tabelayı nasıl görmemişti? Tamam üç gün şahane bir balayı yapmıştık. Tadında bırakıp evimize dönmemiz lazımdı. Babam kızacaktı bana muhtemelen. Hem bana kızacak hem de anneme. Annem beni idare etmekte zorlanmaya başlamıştır muhtemelen. Bir an önce eve gidip onu bu telaştan kurtarmalıydım. Zaten kaç gündür evimden uzaktaydım. Üstelik odamı ve evimi özlemiştim. Telaşla dönüp nereye gittiğini sordum eşime. “Evimize gidiyoruz” dedi şaşkınlıkla. Ama benim evim tam tersi istikametteydi. Hangi evdi, kimin eviydi anlamamıştım. Üşümüştüm üstelik ve ağlamaya başlamıştım. Arabayı durdurup sabırla bana izah etti. “İstersen Ankara’ya gidelim ama bizim evimiz artık İstanbul’da” demişti. Kafamda “bizim evimiz İstanbul’da” cümlesi dakikalarca dolanıp durdu. Ne diyordu ya bu adam!
İşte bu garip ve sevimli macerayla geldiğim evimden ayrılma zamanım gelmiş. Hatırlayamayacağım, beynimin sınırlarına sokamayacağım kadar çok anım birikmiş. Küçük ama şirin bir ev benim evim. İlk senenin sonunda yaptırdığımızda kocamla gece yarısı elele tutuşup seyrettiğimiz mutfağımızı, özenle döşediğimiz salonumuzu, kızımı kucağımda evine ilk getirip minik beşiğine yatırdığımız evimizdi bu. Seviştiğimiz, kavga ettiğimiz, dostlarımızı ağırladığımız, arada bir küsüp kapıyı çarpıp gittiğim, sonra geri döndüğüm, temizlediğim, kirlettiğim, bazen çok sıkıldığım, ama daima huzur bulduğum, mutlu olduğum, birlikte yaşlandığımız evimizi bırakıp gidiyoruz artık.
Giderken duvarlarına sinmiş, kalorifer borularının aralarına kümelenmiş, dolaplarının içine saklanmış, kapı kollarına yapışmış anılarımı, düşlerimi, mutluluklarımı da söküp alabilir miyim? Çok sevdiğim arkadaşım Zeliha öyle bir laf etti ki bana, hakikaten çok doğruydu. “Evi sen anılarınla, hayallerinle doldurursun. Yeni anılarını evinde yaşayarak ve hissederek biriktirirsin. Şimdi yeni evinde ne çok mutluluğun, hatıran olacak” dedi. İşte o zaman ikna oldum. İçimdeki huzursuzluk gitti. Sevdiğim bir şeyi terk ediyormuş duygusundan arındım. Ruhum huzursuzluğunu söküp attı. Ben eskilerle vedalaşamayan kadınım. Durup durup arkama bakarım. Hayatımdan çıkarıp atamam; ne bir nesneyi, ne bir canlıyı.
Sattığım arabalara ağlarım. Verdiğim kazakları özlerim. Özetle yaşlı kadınlar gibi vedalaşamam hiçbir şeyimle. Ama hayatımın en dolu yıllarını geçirdiğim evimden çıkıyorum. Tüm bunları hissetmem doğal değil mi? Gerçi yeni anılar biriktirmeyi umduğum ve dilediğim daha güzel bir evim olacak ama ben burayı çok seviyorum.
Kızıma bahçesinde bisiklet binmeyi öğrettim. Bahçesindeki ağacından dilim buruşana kadar erikler yedim. Kızımı ellerinden tutup otoparkında yürüttüm. Kış günlerinde devasa kardan adamlar yaptık.
Daha da güzelleştirmek için tüm birikimimizi harcadığımız, huzurla yatıp karmaşık rüyalarla sabahına uyandığımız, duvarlarını yaptığımız tatillerin anılarıyla doldurduğumuz koridorlarımızı, huzur yuvamızı, güvenli duvarlarımızı başkalarının anılarına ve hayatlarına bırakıyoruz artık.
Yavaş yavaş kutulara tıkıştırıyorum eşyaları. Bazen büyük bir zevk alıyorum bunu yaparken, bazense burnum karıncalanıyor ve ben farkına varmadan gözyaşlarım akıyor. Daha sık gidip ustaları kontrol ediyorum yeni evimde. Ama bundaki tek amacım orayla bağ kurma çabalarım. Camından şahane bahçesini seyrediyorum umutla. Boş odalarına bakıp şuraya şunu, buraya bunu koyayım diyorum son bir gayretle. Ama asla gözümde nasıl döşeyeceğim canlanmıyor entresan bir biçimde.
Aslında zamanı gelmişti bu yeniliğin. Hatta geç bile kaldık bu girişimde. Yeni bir ev ilişkileri de yeniler. Kızımın bahçesinde rahatça oynayacağı, güvenle dolaşacağı bir yer istiyordum uzunca zamandır. Şimdi biz bu hayali gerçekleştiriyoruz. Lisenin önünde sevgilisi bekleyen genç delikanlılar gibi heyecanla, kasabın önünde dolanan sarman kedi gibi umutla dolanacağım bazı zamanlar buralarda. Sonra tümden çıkacak hayatımdan.
Bir ay sonra her şeyimizi koca bir kamyona yükleyip, muhtemelen ağlayarak ayrılacağım bu evden. On altı yıl boyunca selamlaştığım, sohbet ettiğim komşularıma veda edip çıkacağız bahçesinden. Ama biri su döksün istiyorum arkamızdan. Gerçi ben giden hiçbir komşuma, o anda evde olamamadan kaynaklı olarak yapmadım bunu ama ben istiyorum.
Demet Eşrefoğlu Vardar
Haziran 2010