• ADANA'YI YILANLAR BASACAKMIŞ (!)

    "Ben hiç Adana'yı görmedim, bende geleyim" dedim, Bülent'e. Eşim 16. Altın Koza Film Festivali'ne davetliydi bu ayın ilk haftlarında.. Heves ettim, azmettim, ne yaptım ettim gittim Adana'ya. İyi ki gitmişim.

    Beğendim Adana'yı. Huzursuz eden bir şehir değil. Herkes kendi halinde. Bazı şehirler insanı huzursuz eder, dürtükler. Siz de hiç hissettiniz mi bilmem ama bazen ben bu garip hissi duyumsarım arada. O şehirde yabancı olduğunuzu hissedersiniz. Aslında siz başka yere aitsinizdir. Doğrusu o elbet ama, bazı yerler ise sizi sarıp sarmalar. Gezmek, dolaşmak için yanınızda birine dahi ihtiyaç duymazsınız. İşte böyle hissettim Adana'da kendimi. Sanki defalarca gelmişim, hatta daha önceki yıllarda orada yaşamışcasına gezip dolaştım.

    Her zaman yaptığım gibi, gideceğim yeri önce internetten araştırdım. Nereleri gezerim, nerelerde ne var gibi, ön araştırma yaptım. Zaten festival programı o kadar yoğundu ki, istediğim pek çok şeyi yapamadım. Festival çok renkli, eğlenceli ve birazda bana kalırsa çekişmeliydi.Çok iyi organize edilmişti. Hiç bir program aksamadı ve herşey tıkır tıkır işledi. Gönüllü çalışan ve bizi ordan oraya taşıyan üniversiteli genç arkadaşlar o kadar güleryüzlü ve sevimliydiler ki, hepimiz çok mutlu mesut ve veda ederken birbirimize sarılarak ayrıldık. Vizyona girmiş, girmemiş veya vizyonda çok kısa kalmış pek çok güzel filmi seyretme şansı yakaladım. Nuri Bilge Ceylan'ın katıldığı programı en ön sıradan, hemde Meltem Cumbul'la yanyana seyrettim. Çok hoş bir kadın. İncecik ve garip bir ışıltısı var. Ama ben dikkatli dinlerken o tüm söyleşi boyunca mesajlaştı durdu!!! Artık kimle mesajlaştığını siz tahmin edin.



    İlk gün Onur ödülü alanlar için, Adana'nın en popüler yeri dedikleri Park Zirve'deki yemekteydik. Filiz Akın'a, Yusuf Sezgin'e, Cahit Berkay'a ve Ömer Lütfü Akad'a Onur ödülü verildi. Filiz Akın'a bir kere daha, nezaketine, zerafetine, asaletine bin kere daha hayran oldum. Müthiş bir kadın gerçekten. Gülümseyişi, saçları, giyimi, vs herşeyi mükemmeldi. Yemekten sonra Yeni Türkü şahane şarkıları ile herkesi mutlu etti. Üstelik bir ara Cahit Berkay'ın gitarla yaptığı show çok etkileyici idi.

    İkinci gün yine bir dolu film seyredip biraz Adana turu yaptık. Adana'nın caddeleri ve bulvarlarına hayran kaldım. Sokak yok Adana da. Heryer geniş bulvarlardan oluşuyor ya da benim gezdiğim yerler en azından öyleydi. Ama şehrin üzerinde, sıcaktan mı bilmem, garip sarı bir sis vardı tüm seyahatim boyunca. Gökyüzünü masmavi göremiyorsunuz hiç. Hep sarı bir tülün ardından görmek gibi bir şey. Ya da sıcaktan beynim eridi de bana öyle geldi.

    Akşam olunca bizi yine Park Zirve'ye götürdüler. Oranın Safiye diye adlandırılan gece kulübünde Türk Popu gecesi yapıldı. Gecenin başrolünde ise Türk pop tarihinin üç beş isminden biri olan Naim Dilmener vardı. Ama ne geceydi anlatamam. Aklınıza gelen gelmeyen çok eski şarkıları çalıp, zıplattı bizi. Naim Dilmener'in müthiş bir arşivi var. Bim Bam Bom'dan tutun da, Tamirci Çırağına kadar ne şarkılar çaldılar. Hayatımın en keyifli gecelerinden biriydi. Kâh bir genç kız, kâh bir çocuk oldum şarkıları dinlerken. Bazen hüzünlendim, bazen coştum. Bazen Ankara'da oldum, bazen bir tatil kasabasında. O kadar dans ettim ki, sabaha tüm kaslarım isyandaydı.

    Üçüncü günün öğleden sonrasını kendime ayırdım. Taşköprü, Kazancılar ve 6 minaresi ile çok görkemli bir cami olan Merkez Sabancı caminin fotoğraflarını çektim.

    Seyhan nehri Adana'ya hayat vermiş. Kan vermiş. Can vermiş. Ama Adana'lılar da bunu o kadar güzel değerlendirip, tüm Seyhan nehrinin kıyısını öyle güzel düzenlemişler ki, heryer yemyeşil ve bakımlıydı. Seyhan'ın üzerinde bir dolu köprü var. Bunlardan en etkileyici olanı ise Osmanlı'lardan kalma taşköprü elbette. Kaldığım otelin penceresinden baktığımda ilk gördüğüm şey taşköprü idi. Boğaz köprüsüne benzeyen bir köprüsü bile var Seyhan'ın. Adana'ya özgü birşeyler alabilmek için Taşköprü'nün tam karşısındaki kazancılar denen çarşıya gidip, dolaşabildiğimiz kadar gezdik eşimle. Ama bir tek kaçak çay alabildim! Niyeyse Adana'yı yansıtan bir şeye rastlamadık. Her kadında olduğu gibi birşey alamamanın verdiği gerginlik, sıcakla birleşince mahvetti beni!



    Hah aklıma gelmişken not düşeyim. Bizim buralarda yediğimiz adana kebabı hiçbir şeye benzemiyor (muş). Bunu ancak gerçek bir adana yediğinizde farkedeceksiniz, tıpkı benim gibi. Yemeğe doyamıyorsunuz. O kadar lezzetli ve yanındaki yeşillik ve salataları o kadar taze ki hiç rakatsız etmiyor sizi. Hep yıllardır duyduğum ve merak ettiğim, Adana'lıların çok rağbet ettiği cicibiciyi de tattım, sanırım ben pek bir şey anlamadım. Ama en azından yemiş oldum.

    Akşam kapanış programı vardı. Bizi amfi tiyatroya götürdüler. Herşey her zamanki gibi çok organize idi. Sizi kapıda karşılıyorlar ve uzun bir kırmızı halı stresinden sonra yerinize ulaşıyorsunuz. Elindeki kağıtlarla bekleyen görevli arkadaşlar sizi hemen yerleştiriyorlar. Erken geldiğimiz için keyfile oturup gelen gideni seyrettim, ki gerçekten çok renkli bir kapanış töreni idi. Meltem Cumbul ile Özgü Namal birlikte gelip yerleştiler yerlerine. İlk gün yani Onur ödüllerinin verdildiği gün aynı masayı paylaştığımız Selda Alkor büyük bir tantana ile gelip oturdu yerine. Geçen senenin onur ödüllü sanatçısı olduğu için pek bir tezarühat aldı ve bundan da o kadar keyfilendi ki, anlatamam. Bir an aklıma ilk gece, onur ödülleri törenin yapıldığı gecedeki Selda Alkor'un verdiği eski yeşilçam dedikoduları geldi. Törende kimler vardı diye sormayın, aklınıza gelen kim varsa, dizilerden gördüğünüz herkes Adana'da idi. Geceyi Şebnem....sundu. Üzerinde kendine çok yakışan turuncu bir kiyafetle o kadar hakimdi ki program akışına, en ufak bir teklemesi olmadı. Bütün ödülleri Nuri Bilge Ceylan açıkladı. Çok karizmatik bir adam. Fransızlara benziyor. Filmleri gibi farklı tarzda bir adam. Başka bir havası ve tarzı var, tıpkı filmlerinde olduğu gibi. Yeni nesil oyuncular, yönetmenler çok mutlu ayrıldı bu festivalden. Çünkü tüm ödülleri yeniler aldı.



    Tören keyifliydi, renkliydi. Sonra Ferhat Göçer mini bir konser verdi ve tam iki sıra önümde oturan sevgilisi gülümseyerek seyretti kendisini. Ardından bizi kapanış partisine götürdüler ve otelin bahçesinden taşköprü üzerinde yapılan havai fişek gösterisini ağzım açık seyrettim.

    Ertesi ve son gün sürünerekte olsa kalkıp Bülent'le dokuz treni ile Tarsus'a gittik. Kleopatra kapısını, Roma hamamını, pazar olduğu için içine giremediğimiz ve ancak tellerin ardından gördüğümüz Roma yolunu, St. Paul kuyusunu, Kubat Paşa Camiini, Şahmaran'ın heykelini gördük. (Bazı kaynaklarda şahmeran, bazı kaynaklarda ise şahmeran olarak geçiyor) Şahmaran heykeli hayal kırıklığı yarattı bende. Yılanların şahı anlamına gelen şahmaranı yansıtmayacak kadar zayıf bir heykeldi. Ben eski tarihlere direnip günümüze kadar gelmiş bir tarihi kalıntı bulacağımı umarken, oldukça acemi sayılabilecek bir heykeltraşın elinden çıkma (hatta bir marangozun!!!) taş yontu şaşırttı beni.

    Size internetten araştırdığım ve farklı versiyonlarını okuduğum şahmaranın efsanesinin bana göre en etkileyici olanı: (*)

    Efsaneye göre Şahmaran yüzlerce yıl önce Tarsus'ta yaşayan yılan vücutlu kadın başlı bir kahraman. Bahçesinde insanoğlunu cezbedecek her türlü yiyecek ve ziynet eşyası bulunan Şahmaran kimsenin bilmediği bir yerde insanoğlundan uzakta yerin altında yaşamış, ta ki insanoğlu Camsab tarafından bulunana kadar.

    Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab bir gün ormanda bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı çıkarmak üzere kuyuya inen Camsab'ı, bütün balı yukarı çeken arkadaşları aç gözlülükleri yüzünden kuyuda bırakmış. Yalnız başına feryat eden Camsab tam da ümidini kesmişken topraktan iğne deliği büyüklüğünde ışık sızdığını farketmiş.

    Cebindeki bıçak ile ışığın geldiği deliği büyüten Camsab, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girmiş. Bu bahçede dünyada eşi benzeri olmayan çiçekler, ortasında bir havuz ve çevresinde oturaklar ile bir yığın yılan bulunuyormuş. Havuzun başındaki taht üzerinde insan başlı, süt beyaz vücutlu bir yılan Camsab'a kendi diliyle hitap etmiş; 'Hoşgeldin insanoğlu, çevrendekilerden korkma sen bizim misafirimizsin'

    Şahmaran Camsab'a türlü türlü yiyecekler ikram edip kendi ülkesine nasıl ve neden geldiğini sormuş. Camsab hikayesini uzun uzun anlatmış... Camsab'ı dinleyen Şahmaran başını sallayıp 'İnsanoğlu nankördür, hilekardır. Küçücük menfaatleri karşısında muazzam zararlarına razı olur' demiş.

    Şahmaran'ın güvenini kazanan Camsab uzun yıllar bu bahçede yaşamış. Yıllar sonra bir gün Şahmaran'a yaklaşan Camsab, ailesini çok özlediğini söyleyip 'Nolur beni aileme kavuştur' diye yalvarmış. Bunun üzerine Şahmaran kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine ve asla hamama girmeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Çünkü Şahmaran'la karşılaşan her kim olursa hamama gittiğinde vücudu pullarla kaplanırmış. Şahmaran'a söz verip ailesine kavuşan Camsab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmaran'ın yerini kimseye söylememiş ve hiç hamama gitmemiş.

    Derken bir gün Camsab'ın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış. Vezir, hastalığın çaresinin Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve herkesin hamama getirilmesini istemiş. Önceleri direnen sonra zorla hamama gotürülen Camsab'ın vücudu hamama girince pullarla kaplanmış. Sonunda da yapılan işkenceye dayanamayarak canını kurtarmak için kuyuyu göstermiş. Hemen kuyunun başına gidilmiş ve Şahmaran dışarı çıkarılmış. Camsab'ı gören Şahmaran 'İşte Camsab nihayet kanıma girdin. Ben insanoğluna itimat edilmeyeceğini biliyordum. Fakat ne çare ki yine aldandım' demiş. Ölüme giderken de Camsab'a 'Beni toprak çanakta kaynatıp ilk suyumu sana içirecekler sakın içme zehirlidir. İkinci suyumu iç gövdemi de hükümdara yedir' demiş Şahmaran'ın söylediklerini harfiyen yerine getiren Camsab ilk suyu vezire içirip ikincisini kendisi içmiş. Etini de hükümdara yedirmiş. Vezir ölmüş hükümdar da kısa sürede iyileşip Camsab'ı veziri yapmış.

    Efsaneye göre Şahmaran'ın öldürüldüğünü yılanlar bilmemekte. Tarsus'un Şahmaran'ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından basılacağı rivayet edilir. (Bilgisayardan alıntıdır)




    Eski evlerin yeniden onarılıp cafe ve bar haline getirildiği bir sokakta sakızlı dibek kahvesi içtik. Kahvemizi yudumlarken tepemizde ağaçlardan sarkan meyveleri seyrettim huzurla. Bulduğum her fırsatta yaptığım gibi hemen anneannesi ile İstanbul'da kalan kızımla konuştum. Ona Kırk kaşık bedesteninden aldığım hediyeleri anlattım. Hevesle sordu neler aldığımı. Bir dolu sipariş verdi yeniden



    Berdan şelalesine gidip güzel bir adana kebabı daha yedik. Şelalenin gürültüsünden konuşmak mümkün olmadı. Kayalara ve ağaçlara büyük bir hızla çarparak akan sulardan yükselen binlerce zerreciklerin serinliği ile yedik yemeklerimizi. Koşturduğumuz dört koca günün en huzurlu ve dingin anıydı.








    Dört treni ile eşimin omzunda uyuklayarak yorgun, sıcaktan bunalmış ve birazda erimiş olarak döndük Adana'daki otelimize. Bir an önce İstanbul' dönmek için sabırla bekledim uçak saatini. Aklım kızımda, ilk kez bir karnesini bizsiz aldığı ve yanında olamadığım için biraz buruk, biraz da utanmışlık duygusu ile bindim uçağa. Tüm uçuş boyunca kızımı düşündüm. Aldığım hediyeleri tekrar gözden geçirip, torosların üzerinde kötü hava koşulları nedeni ile fazlaca sarsılan uçağın içinde huzursuzca kıpırdanıp, usulca dua ettim.

    Kolumu eşimin kollarına dolayıp, omzunda uyuyakalmak için kapadım gözlerimi.

    Birde baktım ki İstanbul'dayım.

    Son bir not: Bu seyahatten aklımda kalanlar ise, Adana kebabı, berdan şelalesi ve Naim Dilmener'in Türk Popu gecesi idi. Bir daha vizyona girer mi bilmem ama Gölgesizler ve Pandora'nın Kutusu adlı filmi seyredin. Adana'ya giderseniz Zübeyde Hanım parkını gezin. Tarsus'daki tek hediye alınabilecek yer olan Kırk Kaşık Bedesteni'ne Pazar günü gitmeyin, heryer kapalı çünkü. Taşköprüye çıkıp arkanıza merkez camiyi fon yaparak fotoğraf çektirin. Tarsus'un eski evleri ile süslü sokağındaki cafelerden birinde, cezvede değil fincanda pişen sakızlı Türk kahvesini tadın. Seyhan nehri kıyısında ve özellikle DSİ'nin köprüsüne yakın yerlerde yürüyün.


    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Haziran 2009
    İstanbul




    (*) Şahmaran hikayesi bilgisayardan alınmıp eklenmiştir.
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.