• NEFESLENECEK BİR YER !

    NEFESLENECEK BİR YER

    Hayata küçük molalar vermeyi sevenlerdenim ben.Her fırsatta ve ilk fırsatta, hayata küçük bir mola vermek geri kalan zamanımın enerjisini çoğaltıyor.
    Sabah işe başlamadan bir mola.
    Kimi zaman günün yorgunluğunu eve taşımadan bir mola.
    Bazen iş arasında sağda solda koştururken bir mola.
    Bir yere yetişmek için erken çıkıp oraya erken vardığımda vakit geçirmek için bir mola
    Yani bir nefes...bir derin iç çekme...ve hayata dönüp aynı enerjiyle devam etme.

    Ve bu nefesler için genellikle ve gerçekten de özellikle gözüm tek bir şey arıyor:
    Çoğumuzun önünden bakmadan geçtiği köşelerde, parkların dibinde, sokakların arasında, iş merkezlerinin gölgesinde kalmış aralıklarda saklanan...
    Biraz eski,hatta kimi zaman kırık dökük tabure ve sandalyeleriyle...
    Ocakta nedense en pahalı cafelerde bile bulamadığınız lezzette fıkırdayan çayıyla...
    Siz gelir gelmez yanınızda zıp diye bitiveren ve neredeyse sigaranızı her küllüğe silkişinizde küllük temizleyen garson çocuğuyla...
    Kimimizin "beceriksiz çaycı, çaya koyarken sıcak suyu tabağa da taşırmış" dediği ama aslında o zehir Türk aklıyla bardaktaki çayı sıcak tutmaya yarayan sıcak sulu çay tabaklarıyla...
    Hayat molalarım için aradığım tek lüks:

    Küçük bir çay ocağı.

    Yeni bir işe başlarken, yeni bir çevreye alışmaya çalışırken, oraya yeni yeni gidip gelmeye başlarken gözlerim kimselere çaktırmadan bir çay ocağı arıyor hep.
    Buldum mu, orayı benimsemeye başlıyorum.
    Bulamadım mı, bu sefer içimden söylenmeye başlıyorum:
    -Nasıl bir yer burası...nefeslenecek bir yer bile yok!
    Ve bu koca şehirde benim için ne önemli bir şey:
    Nefeslenecek bir yer!

    Evden çıktım telaş içindeyim, aman kızılcık kızım servise geç kalmasın! Neyse ki yetişiyoruz,servisten bana el sallıyor miniğim ve beni sokakta yalnız bırakıp gidiyor servis.
    Günün en sevdiğim saati başlıyor şimdi.
    Erken...sessiz...ve sadece bana ait.

    Bir taksiye binip Levent'e geliyorum. Derneğe her gelişimde sigaramı dergimi alırken selamlaştığımız ama artık "iyi akşamlar,nasılsınız" dan öteye birbirimize "ee bugün nasılsınız" demeye başladığımız gazeteciden gazetemi alıyorum.Hava serin ama ben günün bu saatindeki molası için hazırlıklı giyiniyorum her sabah.Dernekte göreve başlar başlamaz "yerinde duruyor mu" diye gidip baktığım ve yerinde bulamayınca hayal kırıklığı içinde etrafa sorduğum ve yeni taşınan yerini gidip bulduğum çay ocağında nefeslenmeye gidiyorum şimdi.

    Meydanın su deposu tarafındaki manavlara doğru yürüyorum. Mis gibi çilekler gelmiş manavlara.En kocaman en lezzetli en sulularını en üste diziyor manav. Arka tarafa doğru yürüyorum. Küçücük Lilliput masalar, kırmızı ve oldukça temiz örtüler, beyaz plastik tabureler, her masanın üstünde branda şemsiyeler...Ocakta iki demlik fıkırdıyor ve mis gibi çay kokuyor. Ocağın sahibi genellikle çay ocağının konukları etraftaki bankacılar olduğu için birbirine pek yakışmasa da her gün giydiği ve önü daima ilikli kruvaze ceket pantalonuyla hafifçe eğilerek "günaydın" diyor."Günaydın" diyorum,birbirimize gülümsüyoruz.
    "Günaydın"
    Ne güzel bir söz bu ...güne başlamak için.
    Başka dillerin "iyi günler" anlamındaki selamlaşmalarından ne kadar farklı ve özel.
    Gün...Aydın...Haberiniz olsun! Gün iyi geçecek! Bu gün sizin için aydınlık bir gün olacak!...der gibi...
    Tabureme yerleşiyorum. Garson alıştığı için bana sormadan su bardağında büyük çayımı getiriyor. Çayımdan bir yudum alıyorum,gazetemi açıyorum.
    Ve gün başlıyor.

    Başka bir gün...
    Kızım yazlıkta...İstanbul'da yalnız kalmışım ve hatta kendimi yapayalnız hissediyorum.
    Akşam işten çıkıyorum, içim kabarmış, dokunsan ağlayacağım. Metroya yürürken içimden yazıp rahatlamak geliyor.Yazıp rahatlamak...ağlamak yerine yazmak...rahatlamak...ve tek yer geliyor aklıma.
    Metrodan Şişli yerine Taksim'de iniyorum, fenikülere geçerken aklımdan kelimeler,cümleler dökülüyor, yazmam lazım bunları" diye hızlanıyorum. Fındıklı'da parkın içinden geçip akademiye doğru yürüyorum.Güzel sanatlar akademisinin bahçe duvarının dibindeki, balıkçı barınağından bozma çay ocağı teselli edecek beni sadece.Hiç bir taburesi, hiç bir sandalyesi birbirinin eşi olmayan ama demlediği çayın da bence İstanbul'da eşi olmayan bir çay ocağı burası.

    Etrafta akşama başlamak için nefeslenen akademililer ve iş insanları var. Üniversiteden olduğu belli iki sevgili bir fotoğraf makinesini inceliyorlar, arada birbirilerinin ve etrafın fotoğrafını çekiyorlar.İnsanlar sohbet ediyorlar, denizi ve çiçekleri seyrediyorlar.Çay ocağının sahibi, eski balıkçı çiçekleri çok seviyor ve paslı peynir tenekelerinde güller yetişiyor bu çay ocağında.Ayağında sarı lastik çizmeleriyle yaşlı bir balıkçı amca dikkatimi çekiyor.Amcam aynı tenekelerden birinin içine deniz suyu doldurmuş çizmeleri suya batırıp kontrol etmek yerine sarı lastik çizmelerini giyip tenekenin içine girmiş çizmeler su alıyor mu diye kontrol ediyor. Gülümsüyorum yurdum halkının aklına.

    Bir masaya çöküyorum...çöküyorum...ama yanımda hiç kağıt olmadığını farkediyorum.
    Çantamı didikliyorum,panikle etrafa bakınıyorum, civarda kağıt bulunacak bir büfe var mı diye bakınıyorum. Içimden kendi halimle dalga geçip "bana bir kağıt bulana krallığımı vereceğim" diyorum, kendi kendime söyleniyorum. Panik içindeyim.
    Çayım geliyor, garson başımda dikiliyor."Abla bir şey mi kaybettin" diyor."Kağıt" diyorum..."N'olur bana kağıt bulsana,bir şeyler yazmam lazımdı,yanımda kağıt yok" "Emrin olur abla" deyip, elinde küçük kare kağıtlarla dönüyor.Krallık ucuza gitti diyorum içimden.
    Minicik kağıtlara minicik yazılar döküyorum,gözyaşı dökmek yerine...döküyorum...dökülüyorum.
    Çay nefis kokuyor...Hava deniz ve yosun kokuyor...Hava yaz kokuyor...

    Hava kararıyor. Hemen iki adım önümde deniz dalga dalga çarpıyor kırık dökük beton kıyıya. Ben susup yazdıkça çay ocağından yeni çaylar geliyor önüme.Çayım soğumuşsa yaşlı çaycı soğuyan çayı ödeme fişine yazdırmadan çayımı değiştirtiyor. O arada yandaki fotoğrafçı çift ayaklanıp giderken yanıma geliyor,"deneme yaparken sizi de fotoğrafladık, e-mailinizi verirseniz fotoğrafınızı gönderelim" diyorlar. Mailimi veriyorum. Kararan havada zor da olsa yazmaya devam ediyorum.3-4 ince belliden sonra, kafamı kaldırıyorum. Gün iyice batmış,hava alacakaranlık...içim rahat...nefes alıyorum derin derin...hafiflemişim.

    Denizden başından ucuna renkli ampuller bağlanmış ışıklı küçük bir gezi teknesi geçiyor.
    Bir patırtı duyuyorum, denize yürüyorum. Sultanahmette havai fişekler atılıyor.
    Gökyüzünde renkli lambalar yanıyor. Gülümsüyorum, saatlerdir yazı yazdığım kağıtları denize bırakıyorum. Çay ocağının yaşlı balıkçısı, yıllardır bana aşina yüzüyle yanıma geliyor gülümseyerek. "Yazdın yazdın da sonra niye attın be kızım" diyor."yazmasaydım ölecektim be amca" diyorum. "Yazdım, bitti, rahatladım" diyorum.
    "Eh o zaman üstüne bir Türk kahvesi içmeyi hak ettin" diyor ve beni ocağa çağırıp cezvede önce az suyla şekeri ve kahveyi nasıl uzun uzun karıştırmam gerektiğini ve iyi köpüğün ancak böyle elde edileceğini anlatıyor.

    Damağımda köpüklü kahve tadıyla, içimde yeni nefeslerle ve bir mola daha vermenin keyfiyle, eve dönüyorum.Evde beni çay ocağı fotoğraflarım karşılıyor. Yazarken dalmış gitmiş halime bakıyorum.
    "Ne anı ama" diyorum.
    Bir nefes “anı",
    “bir nefes anı”...

    Eski İstanbul gravürlerine baktığımda rastlıyorum küçük çay ocaklarına, çayhanelere...
    Çay kahve içenler sarıklı, serpuşlu, önlerinden "beyaz maşlahlı hanım"lar geçiyor, yan tarafta küfesiyle bir hamal dinleniyor.
    O gravürlerdeki, sokak arasında kurulmuş bir ocakta etraftaki esnafın, yoldan gelen geçenin bir mola verdiği Osmanlı çay kahve ocakları o kadar bizden ki.
    Ve hala bugün bile "çay ocakları" o kadar bizden ki.
    Hangi Anadolu kasabasına giderseniz gidin bir taneye mutlaka rastlarsınız. Ve İstanbul'un hangi köşesine giderseniz gidin, bir yerlerde çay tabaklarındaki kaşıkları şıkırdata şıkırdata boşları toplayan bir çay ocağı garsonuna rastlarsınız.
    Küçük bir dükkana girdiğinizde kasa çekmecesinde renkli renkli plastik çay ocağı fişleriyle karşılaşmayanınız var mıdır? Istanbul'da içinde çay ocağı olmayan bir iş hanı var mıdır?

    Çay ocakları benim için bir nefeslenme yeri. Bana ait sığınaklar...Kendi başıma, kendimle ve çayımla kaldığım gün molaları.Ve bu koca metropolde insan bazen Starbuck, Gloria jeans, Schiller çayıyla kahvesiyle baş etmeye kalkmayacak kadar bizden bir yere sığınmak ve nefeslenmek istiyor.

    Hayat sizi kovalarken ya da hayata yetişmek için koşarken, nefes nefese kaldığınızda nefeslenecek bir yer, bazen sudan, ekmekten aziz olabiliyor.

    Sizin var mı?
    Mesela yazın Arkeoloji müzesinin bahçesinde ulu çınarların altında, gelip kucağınıza kuruluveren müzenin kedisini okşayarak,etraftaki Likya sütunlarını seyrederek hiç çay içtiniz mi?

    Veya Galatasaray adasının karşısında artık neredeyse çay bahçesi olmuş kıyıda hiç çay söylediniz mi?

    Ya da Kalamıştaki parkta denize inen kayalıkların arasındaki patikadan inip, iyot kokusu ve yosunların arasında bir bardak çayı denize nazır hüüplettiniz mi?

    Benim henüz keşfetmediğim ve bana yerini tarif edebileceğiniz nefeslenecek bir çay ocağı bileniniz var mı?

    Bir “nefes anı”...”bir nefes anı” yaratmak için

    Mine Baş
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.