• MARDİN’LE GECE SEVİŞTİK

    Çokça aklım, biraz kalbim ve çalkantılı kadınsı duyularım Cahit Sıtkı’nın vurdumduymaz şairliğinin kıyılarında birşeyler bulabilmek, farkedilmek umudu ile dolanırken, Mardin’e vardığımda, sanki Mardin’de doğmuş, büyümüş ve yaşamış gibi hissettim kendimi, ilk geçirdiğim gecenin sabahında. Uyandığım yer bir otel odası değil, evimin uzun ve dar koridoruydu sanki. Kalkıp, upuzun, tıpkı bir şiirin en can alıcı dizesi gibi alıp başını giden koridorda yürüyüp, evimin odalarında dolacakmışım gibi hissettim ruhumu. Mardin’den bir beklentim vardı hep, kendime bile itiraf edemediğim. Sandım ki, Mardin beni davullu, zurnalı karşılayacak, tıpkı gelin gibi. Alıp bağrına basacak, kendinden biri yapacak. Öyle olmadı. Beni istediğim şatafatla karşılamadı ama ben Mardin’den farklı, bambaşka, izah edilemeyecek bir yakınlık aldım.

    Sarı toprağın tam bağrına, öylesine bir hüzünle kamufle olmuş bir şehirdi ki bu, uyum sağlamamak mümkün değildi. Daracık sokaklarında dolanırken, duvarların gerisindeki insanları, hayatları merak ederek yürüdüm mayıs sıcağında. Abbaraların karanlık koridorlarına girdiğim vakit resim çekmek uğruna, göremediğim ama hissettiğim varlıkların yanıbaşında poz verdim kamerama. Sanki her an arkanızda, yanınızda, sağınızda, solunuzda bilinmeyen, görünmeyen ya da tarif edilemeyen biri varda, bir türlü dokunamıyorsunuz ona gibi geliyordu.

    Bir gece vakti buluştuk Mardin’in kendine özgü karanlığında. Uzaktan, karanlığın en ücra köşesinden baktığınızda, size kollarını açan, ama bunu hüzünle yapan bir havası vardı sanki. Karanlığın içine dalsanız görünmedik kollar kucaklayacakmış gibi sizi.


    Mardin, akşamları yakışıklı, çekici, güngörmüş bir salon erkeği kadar etkileyici. Hatta seksi... Bir kadını kolaylıkla baştan çıkaracak kadar çapkın. Bir erkek gibi. Kuvvetli, güvenilir, korkusuz. En güzel, en cüretkar giysilerinizi giyip, en iç gıcıklayıcı kokularınızı sürüp kollarına atılmak istiyorsunuz. En cilveli halinizle kollarında uyumak, sevilmek istiyorsunuz. Bu entresan bir his. Ben tüm gece boyunca bu garip hisle dolandım. İstanbul da kendimi sıradan, öylesine bir kadın gibi hissederken, Mardin bana nasıl biri olduğumu anımsattı belkide.


    Mardin’in gündüzleri herkesle flört etmesine göz yumdum, aldırmadım. Ama geceleri bencilce bir duygu ile Mardin sadece benimdi. Ben taktım koluma onu tüm gece. Ben çıkardım onunla gecenin ışıltılı tadını. Sadece ben dolaştım daracık taş sokaklarında, buğulu sessizliğinde. Gündüzleri aldırmadım, herkese göz kırpmasına. Tüm insanların onunla ilgilenmesine, oynaşmasına bile bile göz yumdum. Gündüz tanımamazlıktan geldik birbirimizi, oysa geceleri onun için süslenip, kokular süründüm. Uzaktan gelen garip ve hüzünlü müziğin tınısını onun karanlığında farkettim. Tepelerden esen rüzgarın saçlarımı okşamasına hiç itiraz etmeden razı geldim. Kimseye aldırmadan tüm gece cilveleştik onunla, herkesin gözü önünde. Yorgun gözlerimi gecenin karanlığına takıp yol aldım Mardin ıssızlığında. Bana baktığını duyumsadım, içim ürpererek. Sandım ki, bir yerden çıkıp gelecek, sessizce ardımdan yaklaşıp usulca omuzlarımı tutacak. Dönüp bakmayacağım, onun olduğunu hissedeceğim. Açıkta kalan omuzlarıma ellemesine, saçlarımı örüp açmasına, koklamasına izin vereceğim.


    Şimdiye dek gördüğüm şehirlerin en kamufle olmuşu. Doğanın, toprağın tam orta yerine öyle bir yerleşmişki, tıpkı annesinin çıplak bedeninde uyuyan, yeni doğmuş bir bebek gibi huzurlu ve sakin. Uzaktan dalgın dalgın bakarken şehri topraktan ayıramıyorsunuz. Şöyle gözününü kısıp denediğinizde ancak görünüyor size. Öyle kolay kolay ele vermiyor kendini. Oysa gece öylemi? Geceleri bambaşka Mardin. Geceleri hep garip bir fısıltı ile çağırıyor beğendiği kadınları. Bu seferki şanslı kadın bendim. Mardin beni seçti. Benimle oynaştı. Kalbimi alıp sarmaladı. İlk gece öyle güzel, öyle derin uyudum ki, tüm bunlar rüya mıydı? Yoksa gerçek mi?

    Ben Mardin’i gece sevdim.


    Büyülü ilk gecenin sabahında bizi uzun bir Mardin gezisi bekliyordu. Gidilecek, görülecek pek çok yer vardı.


    Kasımiye Medresesi, Ulu Camii (Cami-i Kebir), Kırklar Kilisesi, Mardin Müzesi, Abdülatif Camii, ZeynepAbidin Cami ve Türbesi, Meryemana Kilisesi, Deyrulumur Manastırı, Mor Yakup Manastırı, Mor Dimet Manastırı, şehrin otantik dükkanları, çarşı Pazar, Postane binası ve bunun gibi pek çok yeri dolaştık. Doymak mümkün değil Mardin’e.
    .

    Kırklar kilisesinde çok kısa süre olsa da katıldığımız, daha doğrusu seyrettiğimiz Pazar ayini ise büyüleyici idi. İlahilerin hangi dilde olursa olsun insanın işine işleyen bir yanı var. Mardin’in yüksek duvarlı sessiz evlerinden çıkan, ama gündüzleri hiç görmediğimiz bu hoş süryani hanımların ve beylerin birlikte ibadeti kıskandırdı beni nedense. Ne dediğini anlamasakta, mırıldanılan ilahiler etkileyip sarmaladı hepimiz. İki farklı dinin bir arada bu şehirde var olması gerçekten büyülüyor insanı. Bu arada süryani kelimesinin tam anlamını öğrendik hepimiz. Hiristiyanlığı kabul etmiş araplara verilen ad olduğu söylediklerinde, aslında ben bunu hiristiyanlığın bir mezhebi olduğunu sanıyordum.




    6. yüzyılın ortalarında Behnam ve Saro kardeşler adına inşa edilen Mar Behnam Kilisesi oldukça trajik bir öyküsü varmış. Asur vilayetinin emiri Senharib’in çocukları Behnam ve Saro’nun hiristiyanlığı benimsemeleri üzerine babaları tarafından öldürülmeleri üzerine inşa edildiği söylenmekte. 12. yüzyılda kiliseye “Kırklar Kilisesi” ismi verilmiştir. Bunun sebebi ise, 3. yüzyılın ortalarında Kapadokyada hiristiyanlığı kabul eden 40 kişinin, Roma imparatoru Dokiyos tarafından Sivas’a götürülüp bir buz göletine atılarak katledilmesinden kaynaklanmaktaymış.

    Artuklu dönemi sonunda yani 14. yüzyılın sonunda başlanmış olan Kasimiye Medresesi, Akkoyunlular döneminde Cihangir’in oğlu Kasım Padişah tarafından tamamlanmış. Camii, türbe ve medrese ile birlikte külliye şeklinleki bu yapı 23 medrese odasıyla Mardin’in bugüne kadar ayakta kalabilen nadir yapılarından biriymiş. Ama benim kaderim midir nedir? Ne zaman hevesle bir yeri görmeye gitsem, mutlaka tadilatta oluyor. Mısır’a gittiğimde Keops piramidi tadilattaydı, Roma’da vatikan sarayı’nın bir kısmı yenileniyordu, Paris’te Notre Dame kilisesi yeniden düzenleniyordu. Garip değil mi?


    1600 yıllık olduğu söylenen ve bir zamanlar süryanilerin yani hiristiyan arapların merkezi olan 365 odalı olduğu söylenen Deyrulzafaram manastırının koridorlarında turlarken, tepeler yapılmış diğer daha küçük ölçekli manastırların fotoğrafını çekmeye çalışmak, bir yandan bize şahane süryani ev şarabınının varlığından haberdar eden rehber Kermo’ya kulak kabartmak, tek bir kelimeyi bile kaçırmadan dinlemeye hatta tüm dediklerini özümsemeye çalışmak, bu arada herşeye göz atmak bana göre takdire değerdi. İlk olarak güneşe tapanların mabet olarak kullandığı bu olağanüstü yapının hala vaftiz törenlerine, düğün törenlerine tanıklık ediyor olması nedense beni heyecanlandırıyor.
    .

    Mardin sayfalara sığacak gibi değildi elbet. Anlatmakla olmaz. Gidip görmek lazım. Yaşamak, hissetmek, en derinden duyumsamak lazım. Şehri baştan aşağı usulca, huzurla dolaşmak lazım. Bu arada benimde başım göğe erdi, neden derseniz nihayet bende mırra içtim. Hemde fondip yaparak. Fakat önümüzdeki 50 sene daha içmeyeceğime emin olabilirsiniz.

    Bir zamanlar Mezopotamyanın en ünlü kenti iken şimdi bir köy haline gelen Dara, Mardin’e yaklaşık yarım saatlik bir mesafede idi. Kayaların içine oyulmuş ve uzunluğu 8-10 km bulan mağara evler, köyün altındaki zindanlar, tek kişilik hücreler, su bendinin 10 metreyi bulan yüksek tavanları bir zamanlar orada bambaşka bir medeniyetin yaşadığını kanıtlıyordu herkese.

    Diyorum ya, Mardi tek başına bir kültür kenti.

    Sıra gecesinde, Mardin’li erkeklerin halayına tanık olurken, halayın bir erkeğe ancak bu kadar yakışabileceğine inandık. Halay çekerken öylesine konsantre olup, kendilerini veriyorlar ki, ben onları seyrederken gözümü bir saniye bile ayıramadım onlardan.

    Mardin’i anlatırken lezzetlerini atlamak mümkün değil elbet. Mumbar dolması, favori yemeğim kapalı lahmacun dedikleri Sembüsek, Çoban Çorbası, Bırgıl ve elbette Kaburga dolması mutlaka tadılması gereken yemeklerdendi. Bu yemekleri tadabilmeniz için en ideal yerin muhteşem harran manzarası ile Cerciş Konağı olduğunu söylemek gerekir. Emin olun ben bol bol tattım hepsinden.


    Son gün, rakı masasında dinlenebilecek en hoş türküler olacağına inandığım, Mardin türkülerinden oluşan bir cd aldım kendime. Arada bir onu dinliyorum şimdi. İnsana sarhoş olma hissi veren bir müzik bu. Her dinlediğimde yeniden özlüyorum Mardin’i. Sanki beni bekleyen biri var uzaklarda. Hep özlediğim, bir türlü ulaşamadığım, kavuşamadığı biri... Onunda beni özlediğini umuyorum.

    Ama bu da garip bir çelişki işte. Tüm çoraklığına, ıssızlığına, mahzunluğuna hatta küskünlüğüne belkide biraz hoyratlığına rağmen farklı karakterli bir şehir burası. Bir gün, ama ne zaman bilmiyorum, bir daha geleceğimi seziyorum. Bir gün ansızın burda olacağım. Ne sebeple olursa olsun, yeniden gelip yine bir gece vakti Mardin’le sevişeceğimi biliyorum. Yine üşüyerek otururken bir taburede ve gözlerim karanlıkta Mardin denizine bakarken, kapısı açık bir evin salonundan gelecek bir müzikle hatırlayacağım bu günleri. Onun beni özlemesini bekleyeceğim belki de. Tenimi, ruhumu, kokumu özlemesini umacağım. Ya ben özleyip geleceğim ya da o beni çağıracak.

    Bilmiyorum ne zaman? Ben bekliyorum.

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Temmuz 2007
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.