• “BİR ZAMANLAR HASANKEYF VARDI” DEMEDEN EVVEL

    Bu aralar sevdiğimden ayrılmış gibiyim nedense. Özlüyorum, oralarda olmak istiyorum ve bunları duyumsarken gülümsüyorum kendime. 3 günlük gezi sonunda sanki ruhumun bir yarısı oranın sarı gölgesinde yitirmişim gibi geliyor. Yeni baştan, kurak cografyasının içine gizlice yerleşmişcesine vakurla oturan, bu güneydoğu şehrinde olmak istiyorum. Sanki giderken "söz hemen döneceğim" dediğim halde haftalar geçmiş ve ben sözümde durmamışım gibi hisseder oldum. Her sabah kalktığımda yapmam gereken eksik bir şeylerin yorgunluğu ile terkediyorum sıcak yatağımı.

    Diyarbakır'da uçaktan indiğimiz de hemen varmak istiyorum Mardin'e. Sanki o beni bekliyor ve ben gecikmişim hissiyle kıvranıyorum. Sevgilisi ile ilk randevusuna gecikmiş aşık bir kadın gibi telaşla atıyor kalbim. Kendime çeki düzen verip son bir kez aynaya bakıp, köşeyi dönünce sevgilisi ile sarılacak bir kadın gibiyim nedense. İlk gezi yerimiz Ulu Cami oluyor. Anadolunun en eski camilerinden olan Ulu Caminin eski bir kiliseden çevirme olduğunu anlatıyor rehberimiz. Doymazcasına dinliyorum rehberin anlattıklarını. Caminin mimarisi, öyküsü, dimdik ayakta duruşu etkiliyor beni



    Asıl etkilendiğimiz noktanın, güneyinde Hanifiler camii, kuzeyinde Şafiiler camii ve Mesudiye Medresesi ve girişim hemen yanındaki Zinciriye Medresesi ile dinsel ve kültürel yapıların bir araya gelmesi bakımından olduğunu ayrımsıyorum.

    Bir zamanlar müslümanlar ile süryanilerin aynı anda ibadet edildiği yerleri gezerken, sütünlerdaki ayrıntıları, kabartmaları, yazıtları ve iki dinin mimarı dokularını seyrediyorum yumuşak bir bakışla. Başımızda örtülerimizle girdiğimiz, Ulu Cami sessizce karşılıyor misafirlerini. Kızım için, kendim ve ailem için dualar mırıldanıyorum caminin herbir köşesinde. Sessizce dolaşıyoruz işlenmiş sütunların arasında. Tavanlardaki işlemelerin nasıl yapıldığını, buradaki taşların nasıl farklı özelliklerde olduğunu anlatan rehberin ardından usulca sürükleniyoruz caminin diğer ucuna doğru.



    Cumhuriyet dönemi şairlerinden ve artık slogan haline gelmiş otuz beş yaş şiirinin yazarı Cahit Sıtkı'nın evini gezerken bile hafiften sıkıntılıyım. Cahit Sıtkı'nın evini gezerken şiirleri eşlik ediyor bana tüm odalarda.

    Desem ki vakitlerden bir Nisan aksamidir,
    Ruzgarlarin en ferahlaticisi senden esiyor,
    Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
    Ormanlarin en kuytusunu sende gezmekteyim,
    Senden kopardim ciceklerin en solmazini,
    Topraklarin en bereketlisini sende surdum,
    Senden tattim yemislerin cumlesini.
    (Cahit Sıtkı Tarancı)

    Bu şiirde geçen kadın olmak ya da bu şiiri yazdıran kadın olmak arzusu ile kıvranıyorum şimdilerde. Kıskancım işte. Kendini bu kadar sevdiren kadınları ölesiye kıskanıyorum işte. Hep aşık olunayım, arkamda bıraktığım erkeklerin iniltilerini dinleyim, kanayan kalplerini uzaktan seyredeyim istiyorum.

    Yaz evi, kış evi, ilkbahar ve güz evi olarak dört bölüme ayrılan evi santim santim gezerken insanın burda nasıl unutulmaz şiirler yazabileceğine ikna oluyorum hemencecik. Hatta böyle bir evde yaşasam şahane romanlar yazabileceğim varsayımında bile bulunuyorum utanmadan. Annesinin, babasının, kullandığı kalemlerin, doğduğu odanın sallandığı beşiğin kısaca her objenın, her köşenin fotoğrafını çekiyoruz usulca. Sanki Cahit Sıtkı, tahta bir kapının ardından çıkacak ve “bu ne gürültü” diye kızacak ürküntüsü ile sesimi alçaltıyorum ara sıra. Benim garip fantezilerimden biri kuruluveriyor beynimin her bir kıvrımını.

    Evin ilkbahar kısmında dolaşırken kimsenin olmadığını farkedip hafifçe teleşlanıyorum. Yalnız kalmaktan değil aslında korkum, biliyorum. Sonra tahta bir kapının ardındaki mırıltılara takılıp usulca ilerliyorum. Kapıyı hafifçe açtığımda sırtı dönük bir adamın masanın üzerinde sanki yatarcasına eğilip bir şey karaladığını farkediyorum. Odanın camsız iki duvarını boydan boya kaplayan alçak sedirlere, onun üzerindeki işlemeli kırlentlere bakıp, sonra el işi dantel perdelere takılıyor gözüm. Yerlerde onlarca buruşturulmuş kağıt, masanın örtüsüne dökülüp iyice yayılmış mürekkep, sıkıntıyla saçlarını karıştıran bir adam ve hafif rakı kokusu geliyor burun deliklerime. Yanına gidip gitmeme konusunda tereddütlüyüm. Çocuk gibi azarlanmak korkusu sarmış dört bir yanımı. Ama bir o kadar da, azarlansam da yapacağından vazgeçmeyen küçük kızlar gibi hevesliyim yanına gitmek için. Tam arkasında durup öylece dikiliyorum. Dönüp bakmasından korkuyorum ölesiye. Hiç dönüp bakmıyor yüzüme, sanki beni hissetmişcesine. Kadın ruhumu tırmıklıyor bu durum. Oysa dönüp gözgöze gelmeyi, bana dokunmasını, elindekiler göstermesini umuyorum korkakça.

    Altın kapaklı dolmakalemini usulca bırakıyor masanın hemen ucuna. Kalın parmakları ile kenarları özenle ve binbir emekle işlenmiş örtüye yayılmış mürekkebe dokunuşuna bakıyorum gizlice. Lale motifinin simle işlenmiş ipliğini didikliyor farkında olmadan. Öylesine bir özenle dokunuyor ki pullarla süslenmiş örtünün saçaklarına, içimi acemi bir kıskançlık kaplıyor. Yeniden, önünde hayli karalanmış kağıda dalıyor yorgun gözleri. Beni hiç farketmeyeceğini farkederek usulca çıkıyorum odadan. Tam kapıyı kapatırken usulca sanki her an vazgeçecekmişcesine dönüyor ve işte bir tek o an gözgöze geliyoruz onunla. Yorgun yorgun gülümseyip yeniden dönüyor önündeki kağıda. Kimbilir hangi şiirinin dizesinde kayboluyor, ben buruk bir ruhla yol alırken taş koridorda.



    Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
    Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
    Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
    Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
    Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
    Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
    Sende tattım yemişlerin cümlesini.
    Desem ki sen benim için,
    Hava kadar lazım,
    Ekmek kadar mübarek,
    Su gibi aziz bir şeysin;
    Nimettensin, nimettensin!
    Desem ki...
    İnan bana sevgilim inan,
    Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
    Ve soframda en eski şarap.
    Ben sende yaşıyorum,
    Sen bende hüküm sürmektesin.
    Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
    Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
    Günlerden sonra bir gün,
    Şayet sesimi farkedemezsen,
    Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
    Bil ki ölmüşüm.
    Fakat yine üzülme, müsterih ol;
    Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
    Ve neden sonra
    Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
    Hatırla ki mahşer günüdür
    Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

    (Cahit Sıtkı Tarancı)



    Ortadaki avluya ulaştığımda herkesin hafif kızgınlık ve gizlenmiş bir öfkeyle beni beklediklerini ayrımsıyorum. Çoktan evi turlamışlar ve Hasankeyf'e yol almak için sabırsızlanıyorlar.

    Başım otobüsün camında, dilimde Cahit Sıtkı’nın dizeleri karmakarışık bir halde seyrediyorum yol boyu tüm evleri. Otobüsten gizlice inip yeniden o odada olmak için can atıyorum. Otobüs Dıyarbakır caddelerinde hızla ilerleyip, uzaklaşıyor şehirden. Biliyorum, aklım orda kalacak çok uzun süre. Belki de bir gece Mardin'den atlayıp bir otobüse, gizlice gelip yeniden gireceğim o odaya. Daha mürekkebi kurumamış ilk şiiri ben okuyacağım titrek sesimle. İlk dizesi yazılmış, karalanmış ve buruşturulmuş bir kağıdı alıp, gizlice yerleştireceğim cebime. Gördüğü halde görmezden gelen yorgun gözleri ile karşılaşmamak için bu sefer daha hızla kaçacağım o esrarengiz odadan. Ya da daha cüretkar bir kadın gibi davranıp, beni sevmesini umucağım. Bu da yetmeyecek bana, şiirler yazmasını isteyeceğim arsızca. İçinde bana adanmış geçen dizeler bırakacak zamana.

    Aklım ve ruhumda dalgalı saçları, kalın mürekkepli parmakları ile o varken Hasankeyf'e yaklaştığımızı farkediyorum. Dicle'nin eteklerine doluşmuş gelincik tarlaları ve yol boyunca sıkça rastladığımız koyun sürülerindeki minik kuzular gülümsetiyor yüzümü. Ufak yerleşim birimlerinden geçerken hüzünleniyorum yeniden. Yol kenarında el sallayan çocuklara korkakça sallarken elimi, nedense utanıyorum durumumdan. Bazen bir tekini kucaklayıp almak istiyorum yanıma. Yedirip doyurmak ve sevmek istiyorum yalnız ruhlarını.

    Dicle'nın soğuk sularına ayaklarımı sokmak için heyecanlanıyorum, onu unutmaya çalışarak. Otobüsden indiğimizde, hafif buruk olsam da, gözlerime inanamayarak seyrediyorum eşsiz görüntüyü.

    Tüm vadinin sultanıymışcasına ve kendine özgü güvenle uzanan Dicle'nın bulanık suları ile Hasankeyf'in cidden keyif veren görüntüsü karşıyor birbirine. Hangisine bakacağımızı şaşırmış ve ordan oraya koşuşan civcivler gibi başıboş dolandığımızı ayrımsıyorum.



    Kayalardan hevesle tırmanıp, zirveye vardığımızda, yani Hasankeyf'i görebileceğimiz en güzel yere ulaştığımızda, onu unutup Hasankeyf'e tadına vardığımı ayrımsıyorum burularak. Bencilce bir duyguyla yalnız kalabilmeyi, bu manzaranın tadına tek başıma varabilmeyi arzuluyorum. En güzel fotoğrafları ben çekmek istiyorum gülümseyerek.



    Rehberimiz, girdiğimiz bir mağaradaki beşiği gösterirken, Fatma Girik'in "Boş Beşik" filminin burda çekildiğini söylüyor. Filme dair tek anımsadığım karenin, bir kartalın beşikteki bebeği alarak uçtuğu sahne ve Fatma Girik'in kayalıklardan yankılanan çığlığı aklıma geliyor. Korkarak iniyorum kayalıklardan. Gülümsüyorum hınzırca kendi kendime. Kayalardan kaymamaya çalışarak, çocuklarımız için alışveriş yaparak, her bir köşede fotoğraflar çekinerek çıkarıyoruz Hasankeyf'in tadını. Ama asıl tadın o değil, Dicle'nın soğuk sularına ayaklarımızı sokarken olduğunu anlıyoruz çok geçmeden. Dicle'nın korkusuzca akan, hatta tehditkâr bir havayla kıvrıla kıvrıla yol alan güçlü ve biraz da bulanık sularında eğleniyoruz, çocuklar gibi kahkahalar atarak Yanımdaki üç şen şakrak genç kızla tatilin keyfini benden güzel çıkaran yok gibiydi. Özge, Burcu ve Özlem ile aynı anda bakışıp hızla çoraplarımızdan kurtulup daldırıyoruz ayaklarımızı soğuk suya.



    Sanki Dicle'nın gizli gözleri varmışta bizi seyrediyormuş gibi arada bir ürküyorum, ayağım buz gibi suyun içindeyken. Ve Dicle o kadar acımazsız ve kıskanç bir nehir ki, arsızca ikiye bölüyor Hasankeyf'i. Asırlar boyunca Hesna de Kepha, Hısn Keyfa, Cepha, Kastron Piskephas adlarını alarak bu zamana kadar gelen Hasankeyf'in yakında gözüdönmüş Dicle'nın bulanık suları altında kalacağını bilmek ürkütüyor insanı. Bundan sonra başka ismi olmayacak Hasankeyf'in çünkü geleceğe uzanamayacak, yeni medeniyetlere kucak açamayacak. Kızgın ve arsız Dicle yutacak onu. Bizans'lılardan Artuklu'lardan, Eyyübi'lerden aldığımız Hasankeyf'i yok etmenin ne kadar acımasız olduğunu düşünmüyorum bilerek.



    En tepeye çıkıp ve yüzümüzü Mezopotamya ovasına dönüp bulanık sulara baktığımızda "bir zamanlar burda Hasankeyf diye bir yer vardı" demek zorunda kalacağız. Ve ben Hasankeyf'i yeryüzünden silinmeden evvel görmüş olmanın buruk gururu ile yenibaştan bakacağım tüm fotoğraflarına. Kayalıkların gölgesinde, Hasankeyf'in tam kucağında Dicle'nın buz gibi sularına direndim diyebileceğim. Belki bir gün ya da Hasankeyf henüz gömülmeden bir öykü yazacağım Hasankeyf'te geçen.


    Aslında ben Mardin yazısı yazmak için dokundum klavyeme. Ama anladımki Mardin’i bu yazının kıyısına köşesine sokuşturmam olmayacak. Kesmeyecek beni. O kadar anlatacağım şey varki Mardin’e dair, onlar için yeni bir yazıya başlamam gerek. Mardin benim için bambaşka bir yaşam.

    Dedim ya, özlüyorum Mardin’i, dar sokaklarını, sessiz akşamlarını.

    Bir şehir gördüm yaşamım değişti, işte ben tam o moddayım.

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Haziran 2007, İstanbul
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.