• NETTONA BENİ ÖPÜYOR, TEVERE NEHRİNİN KIYISINDA

    Şoför Alessandro’nun kullandığı otobüsle, ilk kez geldiğim İtalya da bir kaç gün sürecek bir seyahate başlıyorum heyecanla.

    Mart ayının başından beri planladığım bu tatilin gerçekleşiyor olması, üstelik bu seyahatimin eşimin bana doğumgünü hediyesi olması ise ayrıca zevkli idi. Gerçi 37 yaşında olmak, benim gibi yaş konusunda huysuz bir kadın için çok ızdıraplı ama bu seyahatte yakışıklı İtalyan erkeklerini görme olasılığı herşeyi keyifli kılıyor!!

    Cuma sabahı erken saatte Figen Yurdakul ile başladığım bu yolculuk, Bologna havalimanına varmamızla daha da eğlenceli olacağı sinyalleri verdi. Bologna’dan Roma’ya otobüs ile transfer fikri ilk başta kafama çok yatmasa da, geçmeyi umduğumuz yerleşim birimlerini görmek bana eğlenceli gelecekti. Hele ki Gucci fabrikasının önünden geçerken rehberimizin “evet solda Gucci fabrikasını görüyorsunuz hanımlar ama fabrika satış mağazası yok” dedi. Tabi hepimiz hayıflandık ama sonradan bunun erkekler tarafından organize edilmiş olabileceği şüphesi kemirdi durdu beynimi. Kırmızı üzümleri ile meşhur Kianti tepelerini seyrederken camımdan, yol üzerindeki ortaçağ’dan kalma kasabaları uzaktan da olsa görmek hoş oldu. Saldırılardan korunmak için evlerin tepelerin en yüksek noktalarına yapılmış olduğunu açıklayan rehberimiz, Ortaçağ’ın Manhattan’ı olarak adlandırılan ve sekiz kulesi olan St. Gimiliano kasabasını gösterdi bize. Susanna Tamaro’nun “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” adlı romanının geçtiği yer olan Orvieto kasabasının içini görmesemde, kitaptan okuduğum kadarı ile hatırlamaya çalışsam da, aklımda hiç bir yerin olmayışına şaşırmış olduğumu söylemeliyim.

    Bu yolculuk esnasında ve bundan sonra sık sık uğrayacağımız Autogrill denen yol üzerindeki marketlere girdik devamlı. Her girişimde kendimi çikolata ve gofret ile ödüllendirdim.

    Akşamüstüne doğru Roma’ya yaklaşırken rehber, Roma’nın gece ışıklarla aydınlatılmış halinin bizi büyüleyeceğini söylediğinde, ona inanmamış olduğuma kısa bir süre de olsa üzülüyorum. Hakikaten Roma, gecenin kollarında, ışıklarla süslenmişken çok daha görkemli, çok daha gizemli geliyor bana. II Victoria Manuel tarafından inşa edilmiş köprünün üzerinden geçerken, altımızdan asaletle akan Tevere nehrinin, bütün Roma’yı baştan sona dolaştığını öğreniyoruz. St. Pietro Katedraline doğru yol alırken, Aziz Melek Kalesini görme şansımız oluyor. Bir anda kendimizi Navona meydanında buluyoruz. Dört Nehir Çeşmesinin önüne vardığımızda rehberin anlattıklarını dinlemeye çalışırken de, bir yandan da fotograf çekiyoruz Figen’le. Efsaneye göre, fotoğraf çekmekten kaçırdığım bazı bölümler var ama anladığım kadarıyla, Aniziye’yi bu çeşmenin etrafında atlarla sürüklüyorlar. O kadar sürükleniyorki kyafetleri parçalanarak mahrem yerleri ortaya çıkıyor. O esnada, efsane bu ya, saçları hızla uzayarak bu açılan mahrem yerlerini kapatıyor ve bu sebeple çeşmenin hemen yanına Azize Aniziye Katedrali inşa ediliyor. Bu etkileyici efsaneden sonra, etrafımızda taşlı yollarda çıkardıkları sesler ile dolaşan atlı arabalar hayal ediyorum, birde Aniziye’nin çığlıklarını....

    Her yıl televizyonlara ve gazetelere de konu olan güzel balkon yarışmasının yapıldığı Navaro Meydanındaki evlerin pencerelerindeki sardunyalara bakıyoruz. Kışın etkisi ve gecenin karanlığında sararıp solmuş olmaları bile meydanın büyüsünü bozmuyor nedense.

    Via del Corsa caddesini aşarak, Bakire bir kız tarafından İstiridye kabuklarından yapılmış bir arabanın çekildiğini resmeden figürle Nettona Su Tanrısının görkemli heykelinin süslediği Aşk Çeşmesine varıyoruz yürüyerek. Görmek istediğim en öncelikli yerin bu olduğunu bildiğim için, koşarak çeşmenin kenarına geliyorum. Uçağa binmeden kahve içmek için Starbuck Coffe’den cebime doldurduğum 15 adet 10 kuruşlarla benim dileklerim havuzun dibinde olmayı bekler hale geliyorlar. Parayı sağ elimize alarak, sol omzumuzun üzerinden atma kuralına uyarak gerçekleştirdiğim, bu ucu bucağı olmayan isteklerin gerçekleşmesi için gülümseyerek bakıyorum Su Tanrısı Nettona’ya. Her ne kadar kaslı vücudu ile heybetle oturmuş olsada çeşmenin üzerine, bana tonton bir adam olarak gözükmesine hayret ediyorum gülümseyerek.

    Gece boyunca Guatno Fontana’daki Dört Mevsim Çeşmesi, Mussolini’nin evini, Michalengo’nun yaptığı heykellerle süslü olan Roma Belediye Binası, Marcello Tiyatrosu, Ben Hur filminin çekildiği, şimdilerde ise koşu ve show amaçlı kullanılan Büyük Roma Hipodromu seyrediyorum yorgun gözlerle.

    Yine şahane ışıklarla bezenmiş olarak ilk kez gördüğüm Argoni Constantin Collesiumu, yıkılmış iç cephesi ve üçte biri kalmış dış cephesi ile hala ayaktayım dercesine bakıyor etrafındaki insanlara. 60 bin kapasiteli ve 80 kapılı bu elips şeklindeki yapı, sanki öteki yüzyıllara da aynı görkemle geçeceğe benziyor.

    Roma de Termini olarak anılan Roma Terminali, İtalya’nın en büyük Halk Kütüphanesi olan Ulusal Merkez Kütüphanesi, en son Marcello Mastroani’nin gömüldüğü Roma Mezarlığın önünden geçerken artık sızmak üzere olduğumu hissediyorum. Bir an önce otele varıp, yatıp uyumak ve ilk kez gördüğüm ve hep hayal ettiğim bu şehri, sabaha daha dinç ve daha güzelleşmiş olarak gezmek istediğimi ayrımsıyorum.

    Ertesi sabah, daha bakımlı bir halde Roma sokaklarına adım atmak, bir Roma cafesinde bir kadeh şarapla sigaramı içmek hayalimi gerçekleştirmek üzere çıkıyorum yola. Ama bu hayali yapabilmek için yarım günlük şehir turunu tamamlamamız gerekiyor. İlkin Vatikan’a gidiyoruz. Arada bir yağan yağmura aldırmadan karışıyoruz her milletten gelen kalabalığın arasına. İ.S. 32 yılında şu anki Vatikan’ın yerinde küçük bir şapelin olduğunu öğreniyoruz rehberimizden. Vatikan’ın inşası, rehberimizin bize söylediğine göre 11 yy ile 15 yy arasında tamamlanmış. Böylesine görkemli bir yapının bu kadar uzun sürmesi katiyyen şaşırtmıyor kimseyi. İsviçreli askerlerin koruduğu ve 1000 kişilik nüfusu ile dünyanın en zengin ve en minik ülkerinden birine ayak basmak hoşuma gidiyor. İşin en entresan kısmı ise; cadde Roma yani İtalya iken, kaldırımın Vatikan olması komik geliyor insana. 1982’ye kadar sembolik olarak mızrak taşıyan bu askerler bu tarihten sonra yani Mehmet Ali Ağca olayından sonra tabanca taşımaya başlamış olduklarını öğreniyoruz hayretle. Dolayısıyla rehberin ilk başlarda anlattığı bazı bilgileri yeniden anımsıyorum. İtalyanların hala atasözü olarak kullandıkları “Mammali Tuks” (anneciğim Türkler) cümlesi artık beni şaşırtmıyor.

    Her yirmi beş yılda bir açılan ve bir yıl ile açık kalan, geçen herkesin tüm günahlarının affedildiği, sonrasında ise açılan bu kapının arkasına duvar örülen ve sadece ruhların geçebildiği o görkemli kapının tam önünde dururken, 25 yıl sonra bir daha gelip, yüzlerce kez o kapıdan girip çıkmayı planlıyorum bir çırpıda. Kapının en son 2000 yılında açıldığını öğrendiğimde 2025 yılında da burada olacağımı hayal ediyorum gülümseyerek. Vatikan’ın içini anlatmam ve gördüğüm eserleri size tamımlamam taktir edersinizki imkansız. Bunun için digital makina ile çektiğimiz fotoğraflardan yardım alacağım.

    Rezervasyonun haftalar öncesinden yapıldığı, sadece İtalyan vatandaşlarının girebildiği bir restorant olan Barolaçço’dan bahsetmeden geçmeyim. Ee ne var bunda diyeceksiniz ama entresan bir yer olduğunu hemen söylemeliyim size. Çünkü burası, dünyanın en rahat ve en geniş adamları olan İtalyan’ların küfür ederek rahatladıkları bir yermiş. Kapıdan içeri girdiğinz andan itibaren garsonlar, müşteriler, orda kim varsa herkes birbirine ana avrat küfredip rahatlıyorlarmış. Bana çok salakça geldi ve böyle bir restoranın Türkiye’de olabileceği yüzdesini düşündüm gülümseyerek. Mutlaka her gece bir kaç kişinin birbirini öldürdüğü yer olarak pek uzun süreli olamayacağını varsaydım.

    St. Pietro meydanındaki dikilitaş’ı hakkında bilgi alırken, birinin Paris’teki Concorde meydanında ve ötekisinin ise Sultanahmet’te olduğundan bahsediyor rehberimiz. En büyük dikilitaşlarının üçünüde görmüş olmanın bana verdiği keyifle İspanyol meydanına doğru yürüyoruz. Nişantaşını andıran bir görünümü var buranın. Çok şık mağazaların yer aldığı İspanyol meydanındaki İspanyol merdivenlerinde turumuz bitiyor ve biz Figen ile Roma sokaklarında dolaşmayı planlarken kaybolmuş olmanın verdiği şaşkınlıkla arşınlayıp duruyoruz caddeleri. Israrla aradığımız Nazionale caddesini bulmayı umarken, orda alışveriş yapmayı planlarken kendimizi yeniden Aşk Çeşmesinin önünde buluyoruz. “Biz salakmıyız” ifadesi yerleşiyor gözbebeklerimize ve alışveriş yapmak yerine Roma cafelerinde oturup şarap içip sigaramızı tüttürüyoruz.

    Sanki oranın şarabı hiç sarhoş etmiyor insanı. İçip duruyoruz. Bilmem kaçıncı şişenin sonunda tam çakırkeyf olmaya başlarken ve nasıl otele döneceğiz telaşına düşmüşken bir mucize gerçekleşiyor ve Richard Gere’nin biraz daha şişman hali olan rehberimiz dişlerini göstere göstere bize doğru geliyor. Dolayısıyla akşam karanlığında Roma sokaklarında kaybolma fantazimizde geceyle birlikte karanlığa karışıp gidiyor.

    Turun ikinci gününü bitirmiş olmamıza rağmen, hâlâ yakışıklı bir İtalyan görmüyorum. Sinirden delireceğim neredeyse. İşin en güzel kısmı ise, tabi bunu kadınsal bir kıskançlıkla söylüyorum elbet, kadınların çoğu kemikli suratlı ve korkunç bir şekilde kulağı tırmalayan ses tonuna sahipler.

    Sabaha Pompei-Napoli–Capri adası turumuz var. Yine yatıp güzel ve dinlemiş uyanmam gerek ertesi güne. Yatak dünyanın en şahane yatağı gibi görünüyor gözüme. Daha kafamı yastıkla buluşturmadan, uyku çekip kollarımda kucaklıyor beni. Hiç itiraz etmiyorum bende. Rüyamda yaşlı su tanrısı Nettona’nın genç ve güzel sevgilisi olarak görüyorum kendimi. Arada bir tutup öpüyor beni, yaşlı ama kocaman ve kalın ellerini bedenimde gezdiriyor usulca. Gözlerimi kapatıp kollarına bırakıyorum kendimi. Belime kadar uzanan saçlarımı yıkıyor Tevere nehrinin sularında. Sonra çıplak bedenime ipek bir şal örtüp, çıkarıyor nehirden.

    Sabah yeniden düşüyoruz yollara. İ.S. patlamada 2000 metre olduğu tahmin edilen ve patlamadan sonra 1374 m olan Vezüv yanardağını görmeye gayret ediyoruz sislerin ardından. Israrla görünmem diyor, yaşlı yanardağ ama biz tur olarak kararlıyız, onu görmeye. Roma’ya nazaran daha modern binalarla süslü Napoli, Nap Körfezi, Tiran Denizi ve Sorento burnu gördüklerimiz arasında yer alıyor.

    35 bin kişi olduğu tahmin edilen Pompei, aynı zamanda bir liman şehriymiş. İlk ve en lüks genelevlerin olduğu bu şehir, her milletten denizcininde uğrak yeri imiş. Dolayısıyla aralarında bir dil sorunu yani anlaşma sorunu hasıl olmuş. Bunuda çözmek için çok ama çok entresan bir yol geliştirmiş Pompei’li bir girişimci(!). Duvara 1 numaralı, 2 numaralı, 3 numaralı, ..... diye menü listesi resmetmiş. Şimdi siz bu menü ne diyeceksiniz. Menü, hangi kadınla birlikte olmak istiyorsanız o numarayı gösterip o odaya gitmenizi sağlayan bir yöntem olarak kullanılmış. Hala resimlerinin silinmediği bu menü, turdaki erkeklerin nedense çok ilgisini çekti.

    İşte tüm bu zevk ve keyif aleminden dolayı tanrıların Pompeil’lileri cezalandırıldığı söylenmiş. Patlamadan sonra kül ve dumandan güneşin tam 35 gün görünmediği, insanların taşla ve külle kaplı vücutlarının hiç bozulmadığı söylenenler arasında. Burnunu kapatarak yere çömelmiş bir şekilde ağlayan çocuk, yüzüstü düşmüş hamile bir kadın görüyoruz kalıplanmış heykellerin arasında. En heyecanlı ve biraz da ürpertici olanı ise 2000 yıllık gerçek vücutların olduğu ve kemiklerinin rahatlıkla görülebildiği üstü külle kaplı bedenler oluyor. Pompei’yi de anlatmak için benim sayfalara, sizinde okumak için çok zamana ihtiyacınız olduğundan ben kısaca geçiyorum detayları.

    Napoli’yi şöyle bir gezdikten sonra deniz otobüsü ile dünya sosyetesinin uğrak yerlerinden biri olan Capri adasına gidiyoruz. O kadar çok Büyükadaya benzetiyorumki, onun sadece daha yükseği ve binaların daha orijinal hali ile korunmuş olması ayrıntıları göze çarpıyor.

    Günün en keyifli kısmı başlıyor ve şahane makarna, balık, salata, şarap ve dondurmadan oluşan menümüz ile yemek kısmı başlıyor. Yemek yediğimiz yerin sahibi oranın özel içkisi olan Limoncello ikram ediyor bize. Yemekten sonra düşündüğüm tek şey otobüse binip uyumak, nitekimde öyle yapıyorum. Çünkü sabaha Floransa’ya gideceğiz. Yine dinç ve güzel hatta dünden daha güzel olmam lazım. Tatilin sonuna yaklaşmama rağmen yakışıklı bir İtalyan erkeğine rastlamayışım ise kötü bir kader olarak etrafımda dolanıp duruyor!!!!

    Toskana bölgesine yaklaşırken Roberto Benigni’nin oynadığı, “Hayat Güzeldir” adlı filmin geçtiği yer olan Aretzo’yu görüyoruz. İlkin Floransa’yı tepeden görmek için Michalengo tepesine çıkıyoruz. Michalengo’nun blok mermerden yaptığı David heykelinin bronz kopyası ile karşılıyor bizi Michalengo tepesi. İşin en trajikomik yanı ise tüm heykellerin son derece yapılı ve yakışıklı olması. Trajkomik olan kısım ise sadece heykellerin yakışıklı olması, bir tek doğru düzgün İtalyan yok ortalarda.

    Tepenin en ucundan bakarken Santa Maria Della Poro kilisesinin kubbeleri çarpıyor ilkin gözüme. Sonra bir anda Arno nehrinin çamurlu ama azgın suyu ile karşılaşıyorum.

    Firenze diye anıldığını tabelalardan öğrendiğim Floransa en çok etkilendiğim yer olarak kalıyor, bu kısa ama eğlenceli tatil anılarımda. Binaların görkemliliği, vakurluğu ve ulaşılmazlığı ilkin sarhoş ediyor insanı. Bu arada Gotik tarzının en ince detaylarınıda öğrenmiş oluyorum. Artık gotik mimari ile yapılmış bir binayı seçebilmek ukalalığına sahip olduğumu bilmenin hazzı ile dolanıyorum.

    Sanata ve sanatçılara verdiği değerle adından çok söz ettiren bu şehir gerçekten olağanüstü eserlerle dolu. Hala sokaklarında çeşitli aktivitelerin yapıldığı, yaşamın resmedildiği, canlı heykellerin yol boyu dizildiği, her bir sokağının, her bir binanın tarih ve sanat koktuğu, müzelerin kapısında metrelerce olan insan kuyrukları ile Floransa’nın sanat şehri olmayı hakettiğini düşünüyoruz. Her ne kadar arada bir zenci bir satıcı size takı satmak için, Koreli bir kadın eşarp satmak için israr etse de ara sokaklara kurulan pazarları ile, sokaklara taşmış cafeleri ve pizza salonları ile benim aklımda hoş anılarla kalmaya devam edeceğini biliyorum.

    Gece yola çıkıp, İstanbul’a dönmek fikri herşeye rağmen, buranın büyüleyici güzelliğine rağmen, kızımla kucaklaşmak zamanının yaklaştığını bilmek heyecan veriyor bana. İlk kez bu kadar ayrı kalıyoruz kızımla. Aldığım hediyeleri merakla beklediğini biliyorum. Uçakta uyumaya çalışırken, beni beklediğinden daha çok hediyelerine kavuşmak için çocukça bir sabırsızlıkta dolandığını hayal ediyorum gülümseyerek. Tura katılan bir çiftin sanırım evlilik yıldönümü imiş, bütün uçağa şampanya ikram ediyorlar. Şarap içmeye o kadar alışmışızki, Figen ile uçaktaki yemektede şarap içiyoruz. Şarabın etkisi ile hafifçe sızma triplerindeyiz. Gece yarısı evime ulaşıp, minik yanağına kocaman bir öpücük koymak hayali ile uykuya dalıyorum.

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Nisan 2005

 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.