• BANA AŞK MEKTUBU GÖNDER

    Sevgili!

    Bütün bir uykusuz geçen geceden sonra sana bu mektubu sabah sabah yazıyorum.
    …..

    “bana aşk mektubu gönder” diyorsun. Şimdiye kadar gönderdiklerim çoğu neydi zaten. Sen benim gözlerimin içine bakarak bir kere olsun “seni seviyorum” dememişsindir. Ben, her yerde, her zaman, yıldızlı bir denizin üstünde, çam ağaçlı bir balkonda olsun, karanlık, yalnız senin gözlerinin ışıltısını gördüğüm ılık bir odada, bir hapishanenin görüşme yerinde mektupla olsun, mektupsuz olsun, nesirle olsun, şiirler olsun içimden her gelişte sana “seni seviyorum” demişimdir.
    ……

    benden emin olman beni öyle bahtiyar, öyle mağrur kıldı ki…Bir binbir gece şehrinin altın kakmalı kapılarından muzaffer girmiş bir eski zaman kahramanı gibi hissediyorum kendimi.

    Nazım (*)

    demiş Nazım karısına. Ve bende kıskanmışım her zamanki kadınsal hallerimle. Farkettimki hiç aşk mektubu almamışım ben. Sevgilim, hayatımın rengi, birtanem diye başlayan ve Ludwing van Beethoven’in sevgilisine son cümlesinde dediği gibi “ne olur beni sevmeye devam edin” şeklinde biten bir aşk mektubu almamış benim zavallı ruhum. Elim boş kaldıkça saçma takıntılar üretme konusunda uzman bir kadın olduğum için, yeni keşfim de bu oldu. Eski sevgililerimde yazmamış bana. Yazıklar olsun bu arada onlara da. İşin en ironik kısmı ise ben sayfa sayfa mektuplar yazmışım daima. Bazen vermişim, bazen bir defterin arasında saklamışım korkakça.

    Biliyorum aşk mektubu almak için vakit geç olmuş.

    Bu cümleyi yazdıktan sonra, kalkıp yatak odamın camına başımı yaslayıp, öylece daldım otoparkın solgun ışığına. Odamın camında görülen devasa binadaki çoğu insanın uyuduğunu varsaydım. Ne güzel bir sessizlik ve ıssızlık vardı bu gecede. Bazen Ankara’nın bir sokağında dolaştım, bazen de ağlayarak odamdaki yatağımın üzerinde olduğum günleri anımsadım. Genç kızken ne çok ağlatmışlar beni dedim gülümseyerek. Hiç bir erkeği ağlatmamış olmayı diledim. Sonra bir kıskançlık dalgası çalkalandı içimde, hemde gecenin sessiz karanlığında. Ağlatmalıydım dedim. Bir kere olsun ağlatmalıydım bende, diye mırıldandım. Ama çok geçti artık. Ben hep ağlatamayacak kadar sevmiş bir kadın oldum. Sevmeyi bilen, aşkı bilen bir kadın olarak ne kadar ayrıcalıklı ve ne kadar özel olduğumu duyumsadım. Ağlatmayı değilde ağlamayı mı sevdim acaba diye iç geçirdim.

    Bu gece, şimdi, hemen bir aşk mektubu yazmak istedim. Kime olduğu önemli değildi. Başlanıp, sonra buruşturulup köşeye fırlatılan kağıt yığınları ile dolu bir gece geçmeliydi. Odamın bir köşesinde Joe Williams’ın Just The Way You Are şarkısı çalmalı ve kendimi yerleri pırıl pırıl cilalanmış bir Jazz kulübünde, gece yarısını henüz geçmişken ve yarılanmış bir kadeh kırmızı şarabımı içerken hayal etmeliydim.

    Ya da yıllardır CD çekmecemizde duran ama yenilerde keşfettiğim Rımsky-Korsakov’un Sheherazade’ı çalmalıydı usuldan usıldan. Beni yormayan, ruhumu boğuntular vermeyen bir melodi ile belki başlardım yıllar sonra yazılacak bir mektuba.

    Belki bir sabah, elini yanağına yaslayarak uyuyan kocamın yastığının altına koyarım dedim, belkide yine bir defterin arasında yılların uzun koridorunda oda kaybolur gider, diye düşündüm. İnsan yaşamı boyunca bir kez de olsa aşk mektubu almalı. Buna inanamıyorum işte, bana yazılmış hiç aşk mektubun olmayışına yani. Aşk mektubu yazılacak kadar sevilmedim belkide. Bir gece vakti, oturupta ruhunu, kalbini açıkça o beyaz kağıda dökebilecek kadar kimseye şevk veremedim sanırım. Belkide hep lanet bir sevgili oldum. Oysaki bir gün, çantamın içinde, sıramın üzerinde, arabamın sileceğine sıkıştırılmış halde ya da bir kitabımın arasında karşılaşsaydık aniden onunla. Ne olduğunu anlamadan bakınsaydım ilkin. Sonra Türkan Şoray’ın filmlerindeki gibi ellerim titreyerek, gözlerim buğulanarak, kalbim heyecandan küt küt atarak açıp, okumaya çalışsaydım. Okunacak iki kocaman dosya kağıdına yazılı aşk satırları, sevgi sözcükleri, bir genç kız olarak içimi titretecek hayaller bulsaydım orada. Sonra heyecanla etrafıma bakınıp gülümseseydim. Her gece bir kez daha okuyup, aynı heyacanla sarmaş dolaş olabilseydim. Bedenimi tatlı bir sarhoşluk esir etseydi keşke. Ama hiç kimse yazmamış bana.

    Oysa çok kere aşık olmuş bir kadın olarak bunu haketmiştim ben. Sözler uçup giderken, yazıların sizinle birlikte, götürdüğünüz yere kadar hiç eskimeden, değerini kaybetmeden sararıp solmadan gideceğini bilmek bile mutlu ediyor insanı. Arada bir aklımıza geldikçe, karıştırıp dolabın en gerilerini ve açıp okumak keyifli olabilirdi. Terkedildiğimizde, yaşam zamanın dişleri arasında un ufak olduğunda, yada özenle sakladığımız anılarımızın silikleşmeye başladığı bir dönemde, bir gün dolabın bir köşesinde ya da eski bir kitabın sayfaları arasından kayıpta önümüze düştüğünde okumak çok şey katacaktır ruhumuza. Her ne kadar içten gelinip söylense de, elele, gözgöze, tentene olduğunuz bir anda kulağınıza fısıldansa da, Nazım’ın da dediği gibi kimi zaman şiir olarak, kimi zaman nesir olarak hayatımıza girmeleri benim tercihim olacaktır. Ben, aşk sözleri de olsa, dostluk mesajlarıda olsa somut olanını isterdim kendi adıma.

    Ama biliyorum ki aşk mektubu yazabilmek için deli gibi sevmek, biraz Leyla/Mecnun olmak, belki ulaşılmaz, ya da imkansız bir aşkı hayal etmek filan gerekli. Öyle bir aşk içinde kaybolmalısınız ki, o aşk dediğiniz şey sizi alıp ordan oraya fırlatmalı, her ayağa kalktığınızda yeniden yıkılıp, yaralanıp berelenmeli, tam huzura kavuştum dediğiniz anda herşeyi yeniden yıkmalı. Aşk dediğiniz acı vermeli, üzmeli, incitmeli, arada bir okşamalı. Ben aşkın sarsıcı olanını seviyorum sanırım. Aşk insanı rahat bırakmamalı, tırnaklarını yedirmeli, midesini kaynatmalı. Aşk biraz ulaşılmaz ve zor olmalı. İşte aşk o zaman aşk oluyor.

    Aşk, insan ruhunu cam kırıklarında yürütmeli.

    Evet, ben her aşık olduğumda aynen böyle olurdum. Kalbimin her bir santimetrekaresine batırılan cam kırıklarından sızan o tatlı acıyla gezerdim.

    Sevmek böyle değil işte. O bambaşka bir duygu. Sevince hissettiğiniz, duyumsadığınız herşey daha başka oluyor. İnsanın ruhunda farklı bir huzur, başka bir doygunluk oluyor. Bilmiyorum belkide tarifleri ben karıştırıyorum. Belkide benim aşk ve sevgi tanımlamalarım farklı.

    Özetle, sevilmiş benim ruhum ama sanırım hiç aşık olmamış ona kimse. Yada o aşkları ben farketmemişim. Dolayısıyla bir aşk mektubu yazmamış hiç bir erkek bana.

    Neyse geçte olsa, belki bir zaman bir aşk mektubu alırım bende. İçindeki, yıllardır hayal ettiğim o sevgi sözcükleri ile boğulur giderim.


    Madem Nazım ile başladım yazıma, yine Nazım’dan bir şiir ile bitirmek şık olur diye düşündüm.

    HASRET
    Yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli,
    belini sarmayalı,
    gözünün içinde durmayalı,
    aklının aydınlığına sorular sormayalı,
    dokunmayalı sıcaklığına karnının.
    Yüz yıldır bekler beni
    bir şehirde bir kadın.
    Aynı daldaydık, aynı daldaydık.
    Aynı daldan düşüp ayrıldık.
    Aramızda yüz yıllık zaman,
    yol yüz yıllık.
    Yüz yıldır
    alacakaranlıkta
    koşuyorum ardından.
    Nazım Hikmet
    (6 Temmuz 1959)

    (*) Nazım Hikmet’in karısı Piraye hanıma yazdığı mektuptan bir kısım.
 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.