• SEN HÂLÂ KÜÇÜK KARDEŞİMSİN BENİM

    10 yıl aradan sonra ailemizde yeni bir düğün vardı. Küçük kardeşimiz, hepimizin gözbebeği Ebru’muzu evlendirdik geçenlerde. Evlendirdik diyorum çünkü sanki bir ara kendimi onun annesi gibi hissettim. Benim onunla o kadar çok anım varki, bilemezsiniz. 10’lu yaşlardayken benim canım kardeşimdi. Onu korurdum, onu gezdirirdim, sallardım salıncakta özenle. Sonra büyüdük birlikte, kâh sevinerek, kâh üzülerek. Ve 20’li yaşlarımızdan sonra birbirimizin hem kardeşi hemde can arkadaşı olduk. O yüzden o başkadır benim için.


    İnsan birbirinin gözüne bakarak ne hissettiğini ancak kardeşinde anlarmış. Entresan bir bağ vardır biz üç kızkardeşin arasında. Hatta zaman zaman buna güleriz nedense. İnanmak bazen bize bile zor gelir. Elime telefonu alıpta “bir ablamı arayım” dediğim anda çalan telefonun üzerinde “ablam” ismi belirir beni bile korkutarak. Bazen Ebru’nun numarasını çevirdiğimde meşgul çalar, “seni arıyordum” dediğini duyduğumda yeniden ürkerim. Nedense ayrı şehirlerde yaşarken hep aynı şarkı favorimiz olur. Bensiz kahvaltı ettikleri her haftasonunun sabahında beni aradıklarında “keşke sende olsaydın, kulaklarını çınlattık leleklerimizi yerken” dediklerinde yedikleri lelek’in kokusu dolar evime, telefonumun ahizesinden.


    İnsanın kardeşinin, ablasının olması işte böylesine büyüleyici bir şey. İşte böylesine doyurucu bir şey.


    Angora’daki evimizin salon ışıklarını söndürdük ilkin. Gürül gürül sesiyle annemin öğretmen arkadaşlarından Reyhan abla muhteşem sesiyle başladı …


    Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
    Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.
    Annesinin bir tanesini hor görmesinler.
    Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim.
    Hem annemi hem babamı ben köyümü özledim.
    Babamın bir atı olsa, binse de gelse.
    Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse,
    Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse.
    Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim.
    Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim
    .


    Arada bir ağlamaktan şarkıyı yarım bıraksa da, hepimiz o hüznün çabucak saran sıcaklığı ile biraz burkularak, biraz içimiz titreyerek şarkıya eşlik etmeye çalıştık. Arada bir, anneannemin, ona da kendi anneannesinden kalan 200 yıllık altın işlemeli bindallısı ile ortada dolaşan kardeşime baktıkça, elinden tutup parka gittiğimiz, annem okuldayken birbirimize nasılda sevecenlikle ve nasılda o muhteşem kardeşlik duygusu ile baktığımız anları hatırladım ansızın. İçim kabardı. Gidip gidip sarıldım narin bedenine. Gözlerim doldu, sildim kimseye göstermeden. Arada bir tutup öptüm, kül beyazı güzel suratını. Kendimi çok tutamayacak olduğumu hissettiğim anlar küçük Mustafa’yı kucaklayarak sakladım kendimi.



    İnanmayacaksınız ama hayatımda ilk kez bir kına gecesinde bulundum. İlk kez kına yaktım avuçlarımın içine, çocukluğumdan beri. Çok özlediğimi o an farkettiğim kına kokusu hücum etti burun deliklerime. Kınanın, eskiyi anımsatan, insanı çocukluğuna döndüren kokusunda kaybolayım istedim. Çocukluğumuzu düşündüm, ablamla lavobaya yetişemediğimiz için, sandalyelerin üstüne çıkarak, anneme yardım etmek amacıyla çocukça bir beceriksizlikle yıkadığımız bulaşıkların şıkırtısı geldi kulaklarıma. Arada bir ablama baktım. Bizi her daim koruyan, seven, hala bile karşıdan karşıya geçerken içgüdüsel olarak elimizi tutan ve bizi yolun ortasında güldüren ablamın narin bedenine bakıp kaldım öylece. Ne şanslıyım dedim, hem ablam hem kardeşim var.





    İnsan dokunaklı şarkılarda ağlıyor nedense. Herkesin besbelliki ağlamak için bir sebebi vardı. Bende ağladım işte, hemde sebebini bilmeden. Derler ya, “ölüye gidiyorsan ağlayacaksın, düğüne gidiyorsan oynayacaksın” Ve durmaksızın oynadım, düğün için Avusturalya’dan gelen en küçük teyzemle birlikte. Her müzik çaldığında ikimiz ortaya geçmiş, ritme büyük bir keyifle teslim olarak ve yıllardır oynayamamanın verdiği bir açlıkla oynadık durdu. El ve ayak bileklerimize kramplar girene kadar bu böyle devam etti, tüm gece boyu. Sonra utandım bir ara. “Bu ne zıppır abla bir dakika bile oturmadı” derler mi diye geçse de aklımın en ücra köşelerinden, kendimi tutamayıp tekrar oynadım. İnsan düğünde oynamalı, yere düşene kadar, kolunu kaldıramayacak hale gelene kadar oynamalı bana kalırsa. Bende onu yaptım zaten.



    İki gün sonra o bizim için büyük ve heyecanlı gün geldi çattı. Nikah günü, üç kızkardeş ve kızlarımızı alarak kuaförümüze gittik telaşla. Tüm sabahımı, “allahım yağmur yağmasın” diyerek geçirdiğim ve sesimi duyurduğum için mutluydum aslında. Gelinin duvağını saçına ben yerleştirdim. Bizde öyle bir adet vardır. Mutlu bir evliliği olan, gelinin başına mutluluğu ona da geçsin diye duvağını koyarmış. Bana da ablam koymuştu ve onun huzurlu evliliği benimkine yansımıştı. Ebru da benim koymamı istedi ve bu sefer de bu işi ben yaptım. Sonra eve gelip giyindik telaşla. Özenle giydirdim kardeşimi kendi odasında. Bu odanın onsuz olacağını bilmek arada bir hissettirse de kendini, biz bunu hiç olmazsa bugünlük hiç düşünmeyelim diye telaşla dolandık durduk oratlıkta. Sonra bir dolu aile fotoğrafları çektirdik sırayla.



    Babam her zamanki, tıpkı ablamla bende yaptığı gibi, dua okuyarak temennilerde bulundu. Ne zaman ağlayacak diye beklediğim annem, fazla bekletmedi beni ve ağlamaya başladı. “Ağlamak yok, makyajlarımız akacak” restim ile herkes yeniden toparlanarak kendine geldi şükürler olsun ki. Bir şey merak etmişcesine kocaman kocaman açtığı gözleriyle, küçük bir kızın saflığında, bakan gelinlikleri içinde tıpkı peri kızlarını andıran kardeşime baktıkça ağlamamak mümkün değilmiş gibi geldi bana da. O küçükken de böyle bakardı, hiç bir şeyi anlamamazcasına. Küçükken, bazen sokak aralarında kaybolurdu. Kalbim çıkacakmış, onu hiç bulamayacakamışız ve onsuz kalacakmışız telaşı ve korkusu ile arardım herkesle birlikte. Altılı yaşlardaki yüreğim bunu kaldıramazdı nedense. Kâh bir gün annemin elinden tutmuş görünürdü sokağın başında, bazende bir polisin elinden tutmuş, tüm masumiyeti ile çikolatasını kemirirken geliverirdi yanımıza. İşte o zamanlar ona doya doya sarılmak bağıra bağıra ağlamak isterdim nedense, tıpkı bugünkü gibi.






    Neyse, yine daldım çok eskimiş anılarımın arasına. Hatırlamaktan bazen ürkerim nedense. Üçüncü defadır babam tarafından tekrarlanan sahne gerçekleşti ve babam küçük kızının elinden tutarak apartman kapısında bekleyen evimizin en küçük ve en yeni damadına teslim etti kızını. Annem iyi bak ona olurmu dedi yeni damada. Oda “gözüm gibi bakarım” derken, el sallayarak uğurladık onları fotoğrafçıya. Sonra telaşla yukarı çıkarak son bir hazırlık yaparak bizde tuttuk Atakule’nin yolunu. Ama öyle bir kazmış ki yolları Ankara’nın belediye başkanı, bahçeliden girip dikmen tarafından çıkabilmek için köstebek olmayı göze alarak mecnun misali dolaşıp durduk ara sokaklarda. Atakule vardığımızda herkes bitap düşmüş ve niye Atatürk Bulvarından gelmedik ki diye birbirine sitem etti durdu. Ben bu düğünde nedense ilkleri yaşadım hep. İlk kez atakule nikah salonunda bir nikaha katıldım. Ankaralı olmama rağmen hiç uğramamış yolum oraya.


    Gelinin ablası edası ve şımarıklığı ile salındım durdum ortalarda. Bu düğünlerin en güzel tarafı da, zamanın ve yaşamın bir yerlere savurduğu ama bir zamanlar her saniyeyi birlikte geçirdiğiniz, her anıyı birlikte yaşadığınız onlarca siyah beyaz fotoğrafa birlikte poz verdiğiniz tüm sevdiklerinizi aynı gülümseme ve heyecanla kucaklayabilme, onları koklayabilme ve doya doya öpebilem sansını vermesi insana.


    Öylesine şahane bir gündü işte. Hatta ben işi abartıp, kızımın da gelin olup, anne sıfatı ile sıranın başında yer alabilme fantazisini bile kuruverdim, sırıtarak. Güzel anlar çabuk geçiyor, ardından gece yarılarına kadar oturulup yorumu tekrar tekrar yapılacak olaylar eşliğinde.


    İşte, aylardır hevesle, heyecanla, gerginlikle, ürküntüyle ve sevinçle belediğimiz o en en önmeli anı bile tüketti zaman denilen şey.


    İnsan uzun süre yaşadığı yere kök salıyor gerçekten. Farkında olmadan kokusu siniyor her yere. Evden gitmiş oluşuna hala inanamıyorum, annem gibi. Her Ankara’ya gittiğimde beni terminalde hevesle karşılayan, sabahlara kadar konuştuğum kardeşimin artık orada, o odada olmayacağını bilmek nedense telaşa düşürüyor beni. Dolapları bomboş kaldı. Arada bir açıp baktım. Henüz almadığı ceketlerine ve gömleklerine takıldı gözlerimiz annemle. Gece onun yatağında uyudum, yorganları, yastık kılıflarında bile kokusu vardı. Rüyamda yine çocukluk anılarımızda dolaştım durdum. Hatırlayamadığım, birbiri ardına ekleyemediğim bir dolu kare doluştu beynime. Eski Türk filmlerindeki gibi acıklı bir melodi vardı rüyalarımın üzerinde. Düğünün ertesi gün herkes birbirine Ebru dedi. Babam bana “Ebru bir çay ver” dedi, ben Doğa’ya “Ebru git yüzünü yıka” dedim. Evden bedenen gitmiş olsa da ruhen ordaydı. Objektif olduğumu düşünerek yazıyorum ki, gelin olarak dünyada gördüğüm güzel gelinlerden biriydi.





    Elinden tutup dolaştığım, geceleri gizlice bara gidip içtiğimiz, birlikte bahçeli sokaklarında sabahın ilk ışıklarında araba kullanmayı öğrendiğimiz, alışverişlere çıktığımız, birbirimizi hiç ama hiç kırmadığımız, kazaklarımızı giydiğimiz, tatillere gittiğimiz, sevinçlerimizi, ve hüzünlerimizi paylaştığımız, doğumumun hemen sonrası sınavlarından çıkıp koşarak İstanbul’a geldiği ve haftalarca kızıma baktığı, saatler boyu, geceler boyu, sırf ben uyuyayım, biraz dinleneyim diye minik Doğa’yı salonda kolunda gezdirdiği, göğsünde uyuttuğu, kızımın göbeğine pansuman yaparken salondan kaçtığım, ustaca tıpkı bir anne becerikliğinde kızımı yıkayan, pudralayan kardeşim ne kadar alımlı, ne kadar şahaneydi bana göre.



    Yakında ben sana gelip misafirin olacağım, senin kendi yuvanda. Yine konuşacağız sabahlara kadar. Oturup albümleri inceleyip, güleceğiz saatler boyu. Her ne kadar evli biri olsanda, sen hâlâ benim küçük kız kardeşimsin, tıpkı ablamın bizi elimizden tutup karşıya geçirdiği kardeşleri olduğu gibi.


    Mutlu ol. Çok hak ediyorsun çünkü sen bunu.


    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Ekim 2004

 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.