• YOK MU ŞIRA İÇEN? PAMUK ŞEKERİ YİYEN?

    Önüne geldiğinizde kendiliğinden açılan otomatik cam kapılar, yerden aydınlatmalı devasa granit kaplamalı bir bina, kapıda park etmiş son model arabalar, yerdeki mermer zemin hiç uygun olmasa da CRR'dan (Cemal Reşit Rey) içeri girdiğiniz anda, sizi eski ramazanların o curcunalı ve renkli kalabalığı karşılıyor ve bir anda şaşırıveriyorsunuz. Sanki, otomatik kapıdan içeri girdiğinizde zaman değişiyor. Bir tünelin içinden geçip 1900'lü zamanlardaki Osmanlı dönemi ramazan gecelerinden birinde oluveriyorsunuz. Kıyafetiniz, topuklu ayakkabılarınız, cebinizde habire titreşen cep telefonu ile bu mekana çok aykırı kalsanızda besbelli bu gecede, geçmiş ramazanlardan bir esinti ile kaybolup gideceksiniz.

    Bir anda, sırtında şıra küpü ile dolaşan bir şıracı kesiveriyor yolunuzu. Eğilip ibriğinden akıttığı şıra ile geşmişin tadı doluşuveriyor damağınıza. İçtiğiniz şıra plastik tek kullanımlık bardaklarda sunulmuş olsa da, evet farklı olacak bu gece.

    İlerden çocukların çığlık çığlığa sesleri geliyor. Bir Jonglör(1), etrafına topladığı küçük çocuklarla, büyüklerin bile aklının almadığı numaraları ile heyecanlandırıyor bizi. Avucundan çoğalarak çıkan toplar, yok olan çiçekler, boru gibi dimdik duran ipler, kulak arkasından saç bukleleri arasından yer düşerek metalik sesleri ile sanki bir melodi yaratan bozuk paralar ile her saniye şaşırtıyor sizi. Elimde macun şekeri ile bir yandan Jonglöre bakıp bir yandan da az ilerde kokusu ile beni baştan çıkaran pamuk şekerine göz atıyorum. Önündeki kuyruğun bitmesini bekliyorum çocukça bir heyecanla. Upuzun çubuğa dolanan pembe yumağı ağzıma doldurup iki damağımın arasında yok etmek için sabrım kalmıyor. Bir elimde macun, bir gözüm Jonglörde iken koşarak sıraya giriyorum. Tam sıranın ortasında iken 4 metrelik boyu ile tahta bacaklı bir dev çıkageliyor. O kadar uzun ki başınızı kaldırmak bile yetmiyor tamamını görebilmeniz için. Ne keyifliyim, ne kadar çoşku doluyum anlatamam size. Bir tek eksik olan, o eski zamana ait kıyafetlerimiz. Fonda çalan eski kantolar ile kulaklarımızın pası siliniyor. 2003 yılının İstanbul'un bitmek tükenmek bilmeyen yağmurlu bir kasım ayında, böyle bir gecede, yıllar önceye gidebilmek için ne yapmış olabileceğimi düşünüyorum arada bir. Ne güzel bir ödül bu diyorum kendi kendime. Üzerimdeki kadife ceketi, kaşe pantolunu ve rugan çizmelerimi atıp, morlu güllü pazenden bir elbise, ayağıma lastik mesler ve başımda eflatun bir yemeni ile dolaşıveriyorum birden CRR'ın orta salonunda. Yemenim uçuyor ben yürüdükçe. Oyalanmış ucu, siyah şalvarı ve bordo cepkeni ile bir adım önümde dolaşan efendime çarpıyor. Bir ara, iç cebinden bir telefon çıkarıp konuşuyor. Bir bakıyorum kadife ceket yeniden üzerimde. Hay allah deyip buruşturuyorum yüzümü. Telefonu kuşağının altına gizlediği vakit yeniden dalıyorum eski günlere. Fesinin püskülü bir öne bir geriye salınıp duruyor.

    Az ilerdeki kalabalığa bakıp, koşarak dalıyorum aralarına. Tıpkı annesinin elinden kurtulmuş haşarı kız çocukları gibiyim. Herkesi yara yara en öne ulaştığım vakit, ateş yutan adamın ağzından çıkan kocaman alev ile ısınıveriyor yanaklarım. CRR'ın yüksek tavanına yol alan dumanın siyah büyüsü uçup gidiyor. Ağzına soktuğu meşaleleri ile büyülüyor beni. Çıkardığı kocaman alevler bizi yutacakmışcasına çığlıklar atıyoruz hep birlikte. Alevin yakan sıcaklığı, ateşin gerçekliğini hissettiriveriyor bize. Bunu nasıl yapıyor hiçbirimiz anlamıyoruz.

    Az bir zaman sonra çalan gong sesi ile koşarak salondaki kırmızı koltuklara gömülüyorum heyecanla. Bir meddah çıkıyor ilkin. Anlatıyor uzun uzun eski ramazan gecelerini. Yeniden o gecelerde buluyorum kendimi. Laden, kestane ve arayıcı fenerlerinin aydınlığı ile parlıyor koca salon. Modern meddah, eski günlere ait anıları o yumuşacık sesi ile aktarırken bize, fener kapma oyunun içinde buluyorum kendimi. O zamanın çocuklarının sesi geliyor ara sokaklardan….

    Uzun çarşı çamur olmuş,
    Oklavalar hamur olmuş,
    Tiryakiler uyku dolmuş,
    Yalesa… yalesa…

    O zamanlar, başka eğlencesi olmayan ve iftar sonrası sokak aralarındaki Hacivat-Karagöz oyunu için toplaşan insanların, perde açılması geçiktikce sabırsız çığlıkları yeniden doluveriyor salona…

    Başlarmısın başlayalım mı?
    Karagöz'ün evini taşlayalım mı?

    Perdenin ardındaki gölgeler yavaş yavaş değişiyor. İmam Efendi, Tiryaki, Üsküdarlı Katip, Çengi, Oduncu, Hanımla Arap Hizmetçisi, Bekçi Mustafa, Kemençe Çalan Laz, Güreşçi ve Beberuhi teker teker selamlayıp hatırlatıyorlar kendilerini. Avuçlarımız acıyana kadar alkışlıyoruz hep birlikte.

    İftar sonrası, zengin evlerinde amber, fakir evlerde ise od ağacının yakıldığı buhurdanlıklardan sızan dumanın o büyüleyici kokusu dolaşıyor ortalıkta.

    İftara az kala, evin erkeği tarafından Beyazıt'tan alınan karanfil kokulu beyaz leblebi ve vefa bozası ile ağırlanan misafirlere yapılan ikramları anlatırken modern meddahımız, koca salonu amber kokusu basıyor nedense.

    Biz bunları dinlerken, sahnenin tam ortasında, iki keman, klarnet, ut, kanun, def ve iki sazende ile o günlerin müziklerini kulaklarımıza kadar eriştiren arkadaşlara bakıyorum. Öyle güzel söylüyorlar ki….

    Kederden mi neden bilmem
    Sararmış rengi ruhsarı
    Senin için bak
    Nasıl ağlar, yanar
    Bu aşk-ı güzarım…

    Ardından, daha tanıdık bir melodi geliyor kulaklarımıza buna eşlik etmek kaçınılmaz oluyor…

    sazlar çalınır, çamlıcanın bahçelerinde
    bülbül sesi var şarkıların nağmelerinde

    çamlıcanın tatlı tatlı esen serin rüzgarı ile uçuşuveriyor yemenilerimiz. Sonra tulumbacılar geliyor sahneye…

    yangın olur biz yangına gideriz
    düz ovada keklik gibi sekeriz
    yokuşlardan şahin gibi uçarız
    sandık sandıklar içinde çok şanımız var
    hazreti mevlaya yalvarmamız var…

    Biz bu eski ama aslında hiç eskimeyen şarkıların notaları ile sarmaş dolaş olmuşken devam ediyor meddahımız. Namaz vakti susan çalgıların sahura yakın bir vakitte yeniden başladığını anlatıyor ve eski ramazan eğlencelerinin vazgeçilmez olan dansından yani kantodan söz açıyor. Sahnedeki dev ekrana ilk kanto sanatçısı olan Peruz'un resmi geliyor. İncecik dudakları, tombul yanakları ve kolları, kuzguni siyahlıktaki saçları ile biraz hüzün biraz da aldırmazlıkla bakıyor bize. Şarkı söylemek için hevesi yok gibi. Nasıl dans ettiğini, dans ederken kalçalarının ve tombul memelerinin nasıl hopladığını düşünüp gülümsüyorum. Üzerinde ışıl ışıl olduğunu tahmin ettiğim boncuklu bir elbise var. Saçları maşa ile bukleler halinde toplanmış.

    Sahnede şimdi pullu, boncuklu, püsküllü göz alıcı elbisesi ile Samatyalı Ankine var. Sahneyi boydan boya zıplayarak dolaşıyor ve aynı zamanda

    Küçüçükten eğlenceyi, severim ben raksetmeyi
    Bana derler fındık kurdu, çok aşıklar hapı yuttu

    sözleri ile kantonun o kıvrak ve insanı yerinde oturtmayan müziği ile kıpır kıpır yapıyor bizi. Ayaklarım durduramadığım bir temponun yoğunluğunda kaybolup gitmişler bile.

    Zührap Usta vasıtası ile tanıştığımız ve sahne öncesi konuştuğumuz, kaset ve kostüm için para bulamadığından üzüntü ile bahseden, köstümlerini eşiyle diktiğini gülümseyerek anlatan, sadece ramazanda bir iki gün iş yaptığı için hatırlanamaktan şikayet eden o kadın gitmiş, sahnede ordan oraya zıplayan, nefes nefese sevgi ile bu işi yapan bambaşka pırıltılı bir kadın gelmişti.

    25 yıllık sanat hayatı boyunca, ilkokul dönemlerinde gitar ve mandolin kursu alarak başladığı kanto sevdasına Şehzadebaşı "Direkler Arası Klüp Sineması", Tepebaşı Gazinosu, Kazablanka, Triano, Angelo gibi zamanın en ünlü gazinolarında sahne aldığını anlatıyor heyecanlı ses tonuyla.

    Oğlunun notalarını yazdığı şarkıları söylerken, bu işe nasıl baş koyduğunu, eskiden gecede yedi sekiz işe giderken taksi parası bulamadığı için otobüslerde elinde köstümlerini taşıyarak ordan oraya sürüklenirken bile bıkkınlık göstermeyen bu kadının enerjisine pek şaşmıyorum aslında.

    Koşa koşa, coşa coşa
    Geldim dostlar hey aman aman aman
    Ben bu meydana
    A benim fıkırdak yarim
    A benim şıkırdak yarım
    Ne olacak aman aman aman
    Ah şu benim halim
    Güzelimsin üzme de beni
    Civanımsın süzme de beni
    Kavrulmuştır, çıtır çıtır, kıtır kıtır
    Ah badem şekerim….

    Eski ramazan eğlencelerini hatırlatan bu gecenin sonunun geldiğini bitmek bilmeyen alkışlardan anlıyorum. Avuç içlerim kızarana kadar alkışlıyorum bende. Bizi geceye davet eden Samatyalı Ankine ve gülümsemesi yüzünden hiç gitmeyen eşine teşekkür ediyor yavaş yavaş terkediyoruz CRR'ı. Mor pazenden güllü elbisemin altındaki saten şalvarımın hışırtısı ile iniyorum merdivenleri. Önüne geldiğim vakit açılan otomatik kapı ve yüzüme çarpan kasım soğuğu ile dönüveriyorum kendi yaşamıma. Eşim üzerindeki baklava dilimli süveteri ve kaşe ceketi ile yanı başımda yol alıyor. Fesinin püskülü sallanıyor hayalimde, yeniden gülümsüyorum.

    Gece yağmurun da etkisi ile çok keskin. Avrupa yakasından Asya yakasına geçerken "aslında koskoca kıta değiştiriyoruz farkındamısın Bülent ne entresan değil mi" diyorum. O, boğazın iki yanında dizilmiş ışık seline katmış mavi gözlerini çoktan. Gecede, soğuğa rağmen insanın içini ısıtan tatlı bir mavilik var.

    Uzanıp radyoyu açıyor ve radyoda yıllardır duymadığım şarkılar geliyor kulaklarıma. Nasıl olurda Joy FM veya Power FM kanallarının silinipte bu kanalın geldiğini anlamıyoruz şaşkın şaşkın bakışarak. İlkin; dönülmez akşamın ufkundayız/vakit çok geç/bu son fasıldır ey ömrüm/nasıl geçersen geç, diyor Bülent Ersoy. Ardından üzülme sen meleğim/gün olur kavuşuruz/kader ayırsa bile/mahşerde buluşuruz, diyen o cilveli sesi ile Emel Sayın alıyor yerini. Tam Bostancı sapağından evimize dönerken, mektup yazar naz eder/kışlarımı yaz eder/oturur niyaz eder/uçuşan ellerimiz diye gürleyen sesi ile Yıldırım Gürses uğurluyor gecemizi.

    "Ne nostaljik bir geceydi" diye mırıldanıyorum arabamın uzaktan kumandalı kilidine basarken. biip bip…

    Demet Eşrefoğlu Vardar
    Kasım 2003


    (1) Jonglör: Gösteri ve sihirbazlık yapan kişi.

 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.