• MISIR'DA DÖRT GÜN....

    HURGHADA ve GİFTUN ADASI

    Otelimizin olduğu Hurghada şehri, Mısır'ın sayfiye yeri olarak bilinmekte ve turizm şirketi tarafından da Bodrum gibi bir yer olduğunu belirtilmişti. Şehre indiğimiz vakit, kahkahalarla gülerek Bodrum'dan üstün tek yanının sahip olduğu Kızıldeniz (Red Sea) olduğunu söylüyoruz hep birlikte. Uçaktan iner inmez, gördüğüm ilk otelin adı gülümsetiyor beni, ALBATROS 2. Hemen aklıma AnneCocuk ve Nagihan geliyor. Kulaklarını çınlatırken Nagihan'ın, gördüğüm otelerde kalmıyor olmayı canı gönülden dileyerek yol alıyoruz. Yol boyunca dizilenmiş, bakımsız oteller, taş yığınları, etrafa saçılmış otobomil tekerleri sıkıyor ruhumu. Ancak ilerledikçe, gördüğümüz otellerle gülümsüyor uykusuz gözlerim. Kaldığımız Desert Rose adlı otelin, inanılmaz büyüklükteki havuzları ve eşsiz kumsalı daha da keyiflendiriyor beni. Özellikle havuzu görünce sevinçten çıldıran kızımı tutmak mümkün olmuyor. Mısır halk oyunları ve Bülent'in gözünü alamadığı Mısırlı dansözün eşliğinde yediğim akşam yemeklerinin özellikle, Qousshary ve Falafel'ın tadları, Karkadde, Hot Sahlap ve Shisha adlı özel içeçeklerin doyumsuz lezzeti duruyor damağımın bir köşesinde. Mısır devlet Başkanı'nın Hüsnü Mübarek'in, tatil için tercih ettiği yerin Hurghada olduğunu öğrendiğimiz vakit, keyifleniyoruz ancak, tatile geldiği vakit, turistlerde dahil olmak üzere herkesin dışarı çıkmasının yasaklandığı söylenince, bütün kafile, şu aralar tatil yapmaması için hep birlikte dua ediyoruz. Tatilin son günü, seyahat sırasında tanıştığımız Selay ve Levent adlı arkadaşlarımız sayesinde Giftun adasına bir gezi planına son anda dahil oluyor ve gezi sırasında ne kadar isabetli bir şey yaptığımızı anlıyoruz sevinçle. Hayatımdaki bir ilki de orada, Giftun adasının ılık sularında gerçekleştiriyorum. Levent'in israrı ile şnorkel ile seyrettiğim o eşsiz güzellikteki bir daha göremeyeceğim balıkları, suyun uyumlu ahengi ile bir sağa, bir sola, bir öne bir geriye dalgalanan bitkilere daldırıyorum gözlerimi. İlk kez şnorkel kullanmanın verdiği acemilikle, almayı beceremediğim nefeslerim tıkıyor beni. Arada bir korkuyla dönüp bakıyorum, tekneden ne kadar uzaklaşmışım diye. Tekrar seyrediyorum yanımdan geçen balıkları. Selay'a altımızdaki rengarenk bir balığı gösterek, yeniden devam ediyorum Giftun'un tuzlu sularındaki bu heyecanlı keşfe. Bir an teknenin altına kayıyor gözlerim, kulaklarım uğulduyor gördüğüm derinlik ve sonsuzluk karşısında. İtiraf ediyorum, denize karşı biraz korkağımdır ben. Nefes nefese tekneye doğru kulaç atıyorum, teknenin paslı demir basamaklarına çıktığımda, hala düzenleyemediğim nefesimle, bizi bekleyen minik kızımı görüyorum. Şnorkel'i çıkardığım vakit beni tanıyan kızımın parıldayan ve sevinçle gülümseyen dudakları sakinleştiriyor beni. Kızıldenizin sahip olduğu eşsiz güzelliklere karşın, hemen yanımda bana bakan bir çift mavi-yeşil gözle, Kızıldeniz'den bile zengin olduğumu farkediyorum. Tuzlu tuzlu öpüşüyoruz onunla. O, mavi gözlerini denize salarken, Kızıldeniz'le ne kadar da benzeştikleri düşünüyor ve bir yandan da kurulanıyorum. Sonra gözlerimi yeşil bir dalganın köpüğüne bırakarak bir sigara yakıp, bekliyorum eşimi ve arkadaşlarımı. Sonra mavi bir dalganın köpüğüne kayıyor bakışlarım. Ayak izlerimizi bırakıyoruz sahile, bizi unutmaması için. Sularına bırakıyoruz sıcak bedenlerimizi, kokumuz sinsin diye.
    Kalmış mıdır hala?

    BÜYÜLÜ ŞEHİR: KAHİRE

    Kahire inanılmaz bir şehir. Ve bu inanılmaz şehrin tam ortasındayım. Elimde küçük kızım, omzuma çapraz astığım yetersiz fotoğraf makinamla ordayım işte. Bir anda, aslında çok ta yadırgamadığımız arap müzikleri ittiriyor sizi. Sol ayağım arap müziğinin kıvrak ritmine uymuş bile. Genizden çıkan kalın sözcüklerle sarmalan etrafım, hızla bir o yana bir bu yana çevirdiğim başımla, kapıldım bu kargaşaya. Herşey nasıl işliyor, trafik bu kargaşa da yolunu nasıl buluyor inanamıyorsunuz. 25 flastere yolculuk edilen iç hatlarda çalışan otobüsleri ancak görmeniz gerek. Arabaların çoğu Peugeot 509 ve siyah. Kahire deki tüm arabalar çarpık. Trafik lambası çok az yer dışında hiç yok. Ama Nil'in ters istikamette yolunu bulduğu gibi, Mısır'lı şöförler de kendi yollarını buluyorlar. Trafik polisleri çok genç, neredeyse çocuk sayılacak yaşta. Hepsi, bütün karalıklarına inat, bembeyaz dişleri ile devamlı gülüyorlar. Yerli halk kadar polis var etrafta, bir o kadar da satıcı. Bir doktorun 125 Pound kazandığı bu büyülü şehirde Mısır'lı bir dansözün aldığı paraya hepiniz hayret edeceksiniz: 15.000 $. (1$= 525 Mısır Poundu)

    5.5 saat boyunca, uçsuz bucaksız ve hiç bitmeyecekmiş hissi veren çölde devam eden, arada bir deniz kıyısına ulaşıp tekrar çöle dönen, sıkı polis eskortluğunda yapılan 6 otobüslük konvoyumuzun, Kahire ye ilk girerken gördüğümüz yapılardan ne kadar fakir bir şehir olduğunu görüp biraz içimiz sıkılıyor. Bütün bınalar sıvasız ve benim en çok ilgiçi çeken ise katlı binaların bazılarında yaşamın canlılığı ve renkleri gözlemlenirken bazı katlarında ise, pencere pervazlarının bile olmayışı şaşırtıyor insanı. Modern Mısır'ın kurucusu olarak kabul edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa nin 1805'lerde geldiği Kahire'de eserlerini, ismiyle anılan ve İstanbul'daki Yeni Camii'nin aynısı olan camisini görmek te mümkün. Khan El-Halil (El Halil) çarşısı seyahati ise tüm kadınların bastırması ile gerçekleşiyor. Bizim kapalı çarşımıza benzemekle birlikte bu çarşının tepesi açık. Dansöz kiyafetlerinin, bibloların, takıların, hediyelik eşyaların, binlerce objenin, altıncıların, kumaşçıların, papiruscuların, baharatçıların, vs....yüzlerce dükkanın itiş kakış doldurduğu, daracık yolların da dolaşmaya çalışırken, yakanızı kurtaramadığınız satıcıların bile farklı bir heyecanı var burda. Khan El-Kahlili çarşısından çıkıpta daha az karmaşık ve düzenli bir meydana geldiğinizde, yerden 3-4 metrelik bir lahitin üzerindeki heykelin kime ait olduğunu anlamak için rehberimizi dinlerken, atının üzerinde olanca heybeti ile sağ elini öne doğru uzatmış olan İbrahim Paşa heykeli ile karlılaşıyoruz. Sanki çok tanıdık birini görmüşcesine hepimiz "aa İbrahim Paşaymış" diyoruz.

    Kahire aklımda tuttuğum ve aldığım notlara göre El Maadi, El Gizze, Cezire gibi bir dolu bölgelden oluşuyor. Yukarı doğru, ilk islam üniversite olan El Akzhar Üniversitesine yol alırken hemen sağ tarafımızda entresan bir mahalle ilgimi çekiyor, turist rehberinin atladığı ama benim dikkatimi hemen çeken bu yeri soruyorum. Buranın Memluklerden kalma bir yerleşim yeri olduğunu söylüyor. Memlukler zamanında yaşayan insanların, evinin bahçesine gömüldüğü bu şehir şimdilerde, şehrin ortasında küçük bir yerleşim birimi olarak ıssız, unutulmuş ve yalnız bir görüntü veriyor. Ama bir o kadar da büyülü. 1100 yıl önce yapılmış bu mahalle de mezarları bekleyen bir kaç kişi dışında yaşayan kimsenin olmayışı orayı daha da cekici kılıyor. Arada bir tepesinde haç bulunan gizemli bir yapının ötekilerden biraz daha fazla öne çıktığını gözlemliyorum. Sanki kırılmış gibi, itilmiş gibi öylece orada kaderine terkedilmiş.

    Orijinal Papirusları görmek ve nasıl yapıldıklarını izlemek için bizi TANIS PAPYRUS adlı mağazaya götürüyorlar. Tropikal bir bitki olan papirus ağacı, büyük ve büyülü bir benzerliğe de eşlik ediyor. İnanışa göre papirus'un saçakları Güneş tanrısı RA nın ışıklarını ve deltayı simgelerken ağacın tüm sapının piramıt gibi üçgen oluşu hayrete düşürüyor bizi. Burda herşey büyülü olmalı diyorum içimden. İlkin yeşil kabukları soyulan ve ince dilimler halinde ayrılan papirus parçalarını altı gün suda beklettiğinizde beyaz, dokuz gün beklettiğinizde koyu renk papirus elde ediyorsunuz. Suda bekletilen bu papiruslar kalın ve tok bir çekiçle ezilip, ardında merdane ile yoğrulur gibi düzeltiliyor. Enine ve dikine tıpkı bir hasır gibi üst üste diktörgen şeklinde bir tabakaya yerleştirildikten sonra mengene gibi bir aletin içinde 6 gün boyunca sıkıştırılıyor ve sonunda bildiğimiz papiruslara ulaşılıyor.

    KAHİRE MÜZESİ

    Haris ve kendini beğenmiş İngilizlerin talan ettiği eserlerden kalan parçalarla beşbin yıllık geçmişe tanıklık eden Mısır Müzesi en önemli yerlerinden bir tanesi Mısır tarihinin. Aslında Mısır' da yaşadığınız herşey flu; yaşam flu, insanlar flu...gerçek olan tek şeyin tarih olduğu gerçeği bastırıp duruyor içimde biryerlerde. British Museum'da, piramitleri incelemeye gelen bilim adamları tarafından kaçırılarak sergilenen binlerce parça eşya ve mumyalar, aslında eminim ki kendi yurtlarını özlüyordur. Müzeye girer girmez aslı yine British Museum'da sergilenen ve aslının birebir kopyası olan Rozetta adlı yazıtla karşılaşıyorsunuz. 670 kg ağırlığında olan bu yazıtın üzerinde üç ayrı dilde yazı bulunuyor. Yazılardan ilki Hiyeroglif yani asillerin kullandığı dil, diğeri halkın dili ve sonuncu dil ise Yunanca.

    Yürümeye başladıkça müzenin içinde, 4.5 metrelik dev heykelleri görüyorsunuz. Mumyaların konduğu tahta tabutlar ve mumyalama işleminin yapıldığı taştan bir musalla taşı benzer bir taş lahitin önünde duraksıyoruz. Ayak ucuna doğru açılan deliğin, kanın boşalması için olduğunu söylerken rehberimiz, birden bir kan kokusu hisseder gibi oluyorum. Sıcak sıcak, oluk oluk akan kanlar hızla eğimli duran lahitin deliğine doğru hücum ediyorlar. Gürül gürül akan kan, canlı bir bedeni sonsuzluğa devrederken, o vücut yüzyıllar sürecek bir uykuya hazırlanıyor.

    Üst katta kazılardan çıkarılan binlerce tutankamon heykelleri, savaş arabaları, mezarlarını koydukları barakamsı ve fırına benzeyen kutular, çocuk kral da denilen Tutankamon'un hepimizi kıskançlık krizine sokan tahtları, takıları, parfüm kutuları, ruhlardan korunmak için yerden bir metre yükseklikteki altından ve hasırdan yatakları, kötü rüyaladan korunmak için ayak uçlarına aslan başı eklenen altın yatakları, asaları, tahtında otururken ayağının altına dokuz düşmanının resmedildiği tahta yükseltici, kötülüklerden koruğuna inanılan kartal ve çakal başlı asalar ve koltuklar, mumyasının konduğu altından tabutu, meşhur tutankamon maskesi ve daha sayamayacağım binlerce tarihi eserle başbaşayız işte. Hepsine bakabilmek ve incelemek mümkün değil. Çok küçük yaşta tahta çıkan Tutankamon'un 19 yaşında öldüğü düşünülürse, altından tahtının ve yataklarının neden bu kadar küçük olduğunu anlamak mümkün. Bu kadar ufak tefek ve pek sağlıklı olmayan birinin yaşadığı bu heybetli ihtişam insanı şaşırtıyor. Kullandığı asalardan da aslında hasta bir olduğu da rehberimizin bize ilettikleri arasında. Flaşla çekim yapmanın yasak olduğu Kahire Müzesinde neredeyse turist sayısı kadar olan polisler de ilgimi çekiyor. Rehberimizin önceden bizi uyardığı gibi, henüz sert bir tepki ile karşılaşmadık. Çünkü yanlışlıkla patlayan flaşlara verdikleri öfkeli tepki, aslında onların sahip oldukları bu dünya hazinesi korumak adına yaptıklarını düşünürsek, yadırgamayacağımız bir eyleme dönüşüyor.

    Sonra eşim ben ve kızım gruptan ayrılıp extra ücretle -mısır da yaptığınız herşey extra paraya dahil- mumyaların olduğu özel kısıma gidiyoruz. Kameramız ve fotoğraf makinamız, bölüm görevlileri tarafından bir dolaba kilitleniyor. Sıcaktan bunaldığımız Kahire müzesinin ana salonlarından sonra daha sıkı korunan mumya kısmı inanılmaz serin geliyor bize.

    Girer girmez ilk gördüğüm mumya, Rameses II'nin mumyası oluyor. Oldukça zayıf ve kısaya yakın bu firavunun, özel bir tahta tabuta konularak ayrıcalıklı olduğu belirtiliyor. Ayak ve el parmakları tek tek özenle sargılanmış. Ensesinde yoğunluklu olarak sarıya yakın saçlarının olduğunu görüyorum hayretle. Tırnakları uzun ve kararmış. Queen Henuttawi'nin ve Queen Nedjemet'in elleri dahil bütün vücudu sargılı öyle mahsun mahsun yatmaktalar. Amon Hotepi I ise tahta bir tabutun içine konulmuş ve üzerinde, onları kötü ruhlardan korduklarına inandıkları bitkiler var. Seqenenre TA A adlı kadın olduğunu tahmin ettiğim mumyanın ise başında tülbent benzeri bir örtü var ve elleri öteki mumyalar gibi göğsünde çaprazlanmayıp, iki yanında kulaklarına doğru kıvrılmış. Farkına varmadan en çok bunun yanında kalıyorum. Elinin aldığı biçim o kadar dikkat çekici ki, sanki bir yeri gösterecekken zamana ve yaşama karşı aniden dondurulmuş gibi. Biraz ızdırap var yüzünde, dudakları ağlamamak için direnir gibi. Gözgöze gelir miyiz diye bakıyorum ona. Ama Seqenenre TA A, o kadar derin ve ızdıraplı bir uykuda ki beni farketmiyor bile.

    Tuthmosis II , Tuthmosis IV, Sety I ve Merenptah geriye kalan ve orda sesizce yatan diğer mumyaların sonuncusu. Onların binlerce yıldır süren sonsuz uykusunda rahatsız etmemek için fısıltıyla konuşuyoruz farkına varmadan. Arada bir küçük kızımın tiz çığlıkları duyuluyor mumyaların arasından. Kızıyorlar bana, biliyorum. Ama o çocuk, susturamam ki, affedin beni.

    KEOPS, KEFREN ve MİKERİNOS PİRAMİTLERİ

    Piramitleri görmek üzere Kahire müzesinden çıkıp Giza bölgesine doğru yol alırken nereye bakacağımı şaşırmış durumdaydım. Bir tarafınızda Uganda'nın Victory gölünde doğan ve ters yönde akarak bütün afrika kıtasını süzüle süzüle dolanarak 6675 km lik yolunu tamamlayan Nil, bir tarafınızda entresan binalar, Kahire kulesi, saraylar, sayısız Hilton otelleri, ... bütün bunları aynı anda görmek, hatta hafızama kazımak için olağanüstü çabadayım. Rehberimiz "dikkatlice bakarsanız keops ve kefren'ın tepelerini görebilirsiniz" dediği vakit, sevgilisi ile ilk buluşmaya giden kızlar kadar heyecanlanıyorum. Koskoca otobüste nedense en son ben görüyorum, üstelik en önde oturmama rağmen, neden diye sormayın, cidden heyecanlanıyorum. Piramitleri görmek bana nedense hep imkansız gelmiştir. Bu, bir düşün gerçek olması kadar büyüleyici ve inanılmazdı. Yaklaşık iki milyon adet taştan oluşan ve taşların her birinin ağırlığının 2.5 ton olduğu Giza piramitleri de diye de geçen Cheops (Keops), Chepren (Kefren), Mykerinos (Mikerinos) adlı bu üç piramitin uzunlukları, aldığım notlara göre şöyle sıralanıyor. Piramitlerin en yükseği olan keops'un gerçek yüksekliği 146.8 metre imiş ancak depremde tepesi uçmuş ve şu andaki yüksekliği 137 metre. Taban genişliği her tarafı 227 metre olarak bir kare şeklindeymiş. Tabandan 51 derecelik açıyla hiç sapmadan tepede birleşiyormuş. Kefren in yüksekliği 141 metre, Mikerinos'un ki ise 68 metre. Tepeden baktığınız vakit bu dünya harikasına, Orion takım yıldızlarının izdüşümü imiş. Gülümseyerek, "bu da uzaylıların işi" diyen orta yaşlı bir kadına bakıyorum. Zamanında hepsinin yüzeyi kireç taşı ile kaplı ve üzerinde hiyerogrif şekiller ile süslü imiş. Şu anda sadece Kefren'in tepesinde kalmış bu kireçtaşı. En küçük piramit olan Mikerinos'un yanında annesi ve eşi için yaptırılmış minik piramitlerde tam şekli ile olmasa da hala durmakta. Otobüslerden inince sizi garip bir çöl sıcağı kucaklıyor, tam çölün sıcağına hazır olduğunuzu düşündüğünüz an onlarca satıcı bitiveriyor yanınızda. Ben artık bir zaman sonra, uzun uzun derdimi anlatmak yerine ve teşekkür etmek yerine kısa net ve sert bir "NO" nun daha etkili olduğunu keşfediyorum. Keops'un basamaklarına doğru, bütün otobüslerdeki insanlar saldırır gibi hücum ediyoruz. Hepimizde bu yapıya bir an evvel dokunma hissi ve heyecanı var. Sanki dokunursak bir anda büyülenip dalacağız 5000 yıllık eşsiz bir tarihe. Çıkabildiğimiz kadar tırmanıp Keops'a, kızım ile en heyecanlı ve en sıcak pozumuzu veriyoruz Bülent'e. Keops'un etekleri karınca sürüsü sarmış gibi, insan kaynıyor. İçinde olduklarını farz ettiğimiz firavunlar kızar mı bize? "bu ne gürültü, bu ne cüret" deyip bizi şöyle bir silkeler mi diye düşünmeden edemiyorum, kızımı sımsıkı tutarken. Keops ve Kefren'e randevu ile girildiğinden ve şu anda tadilat olduğundan sadece Mikerinos'a girmek şansına sahip oluyoruz. Grubumuzun adının Kleopatra olduğu düşünülürse, bu büyülü yolculukta havaya girmemek mümkün değil. Bülent ve Doğa girmiyor piramidin esrarlı tüneline. Bülent'in bahanesi "tansiyonum var" oluyor. Gülümsüyorum çaktırmadan Tek başıma o tünelde yol almak heyecan veriyor bana. Çünkü çömelerek 26 metrelik bir tüneli, üstelik yokuş aşağı iniyorsunuz. İndikten sonra sizi geniş bir oda da çirkin ve yaşlı bir arap karşılıyor. Bu geniş oda 2-3 odaya daha ayrılıyor, ordan, sonradan konulan metal merdivenlerle bir alt kısma daha geçip başka küçük odaları keşfediyorsunuz. Issız ve yalnız ama bir o kadar da ürkütücü bu odalarda yalnız kalmamak için grupla hareket ediyorum, farkına varmadan. Girişin ve çıkışın tek yönde ve dar bir alanda çömelerek yapıldığı düşünürse bu keşif pekte kolay olmuyor.

    Dinlenmek için dokunduğum taşın hafifçe kayıp, bir dehlize doğru aktığını farkediyorum. Taşın gıcırtısını, ağır ağır yana çekilişi öylece seyrediyorum. Karanlık, ince uzun bir tünel bu. Demin girdiğim mezar odaların birinde yapayalnızım. Çok derinden gelen mırıltıları anlamak için dikkatim ise en üst noktada. Bir metal ışığı kaçıyor gözbebeklerime. Tam dönüp çıkacakken, onu farkediyorum. Biraz mahsun biraz yorgun bakıyor bana. Usulca elini uzatıp, belli belirsiz bir gülümseme geçiyor dudaklarından. Sabırla bekliyor beni. Mırıldandığını farkediyorum dudaklarından. Sesim çıkmıyor benim. Üşüyorum. Saçlarım uçuşuyor, nerden estiğin bilmediğim bir rüzgarla. Baharat kokuları uykumu getiriyor. Bir adım daha yaklaşıyor bana. Uyuşmuş gibiyim. Yüzü hala karanlıkta. Uzaktan, çok uzaktan birlikte geldiğim arkadaşların sesleri geliyor. "Hadi bir adım daha et Demet" diyen bir ses, içimde saldırıyor heryere. Eli hala bana uzanmış bekliyor beni. Ne güzel parmakları ve ne güzel takıları var. O kadar korumasız ve yalnızım ki, ellerim iki yanımda bakıyorum hala bu genç adama. "Kimsin sen?" demek istiyorum. Yavaşça uzatıyorum sol elimi, parmağımdaki alyansın zayıf ışığı düşüyor önüme. Bir adım atsam onun yanındayım, ama korkuyorum. Kalbimin uyumsuz tiktakları arada bir çalınıyor kulağıma. Aşağı doğru inen birilerini sesi ile dönüyorum ona. Yok olmuş, deminki tünel, duvara dönüşürken, yaşadıklarımın hayal mi gerçek mi olduğunu anlamak için açık havaya ihtiyacımın olduğunu hissediyorum. Neydi o, kimdi o genç adam.

    Ağır ve her an boğulacakmışsınız hissiyle bir an önce çıkmak için tırmanıyorum. Ama hala aklım o tünelin karanlık yollarında, gönlüm uzatamadığım genç adamın avuçlarında.

    Mikerinos'tan çıkıp, ağır ağır yürüyorum beni bekleyen otobüse. Burnumda hala o baharatın kokusu ile yanımda onu hissediyorum. Sanki uzansa, saçlarıma dokunacak, omzumu okşayıp yeniden yok olacak binlerce yıllık tarihin koridorlarında.

    Kızım kucaklıyor beni, otobüse adım atar atmaz. Sonra panaroma diye bir kısma yöneliyoruz serin otobüslerimiz koltuklarında. Oradan tüm piramitleri olanca heybeti ve güzelliği ile fonda Kahire şehri eşliğinde seyrediyoruz. Doyması güç bir seyir olmakla birlikte, satıcılarla aramızdaki bitip tükenmek bilmeyen pazarlık kıyasıya devam ediyor.
    "hala sırları çözülemedi" diyerek piramitlerileri tanıtan rehberimize mırıldanarak, "sakın çözmeyin bu sırrı" diyorum.

    Piramitlerin etrafından bizi kazıyarak toparlayan rehberimiz, sfenks'e gitmemiz gerektiğini söylediği vakit, nazlanıyoruz önce hepimiz. Kefren'in hemen ön tarafına düşen bu akılalmaz heykel, beni biraz korkutuyor. Resimlerden ve televizyondan bakmanın daha kolay olduğuna karar veriyorum. Her an canlanıp arka ayaklarının üzerinde şaha kalkacakmış hissi veren bakışları ile karşılaşmamak için kaçamak bakıyorum. Birbirimize alışmamız zaman alıyor. Ona arkamı dönüp poz verdiğim vakit içimde dalgalanan heyecan korkutuyor beni. Eskiden tamamen toprak altında olan bu sfenksin efsanesini öğrendiğim vakit bir kez daha ürperiyorum. Hiç bir vakit firavun olma şansı olmayan IV Tuthmosis bir gün atıyla gezerken, henüz toprağın altında olan sfenks'in üzerinde uyukluyor. Rüyasında Keops'u görüyor ve "beni burdan gün ışığına çıkarırsan firavun olacaksın" diyor. Tuthmosis rüyasını rahiplere anlatıyor ve kaleme aldırıyor. Orayı kazdırdığı vakit işte bu eşsiz sfenks ortaya çıkıyor. Kendi önünde yaklaşık 10 kardeşi olan Tutmosis mucizevi bir şekilde firavun olup 66 yıl tahtta kalıyor. Sfenksın burnundaki ve alnındaki derin boşluğun sebebini sorduğumuz vakit, rehberimiz bunun (Napeleon) Napolyon tarafından, sömürgeler elde etmek üzere yapılan bir seferdeki top atışlarından kaynaklandığını söylerken, hepimiz diş biliyoruz Napolyon'a.

    NİL DENİLEN DEV YILAN

    Afrika'nın sihirlı suyu olarak ta adlandırılan Nil nehri ise, Kahire'ye hayat katıyor, ışık saçıyor, bereket saçıyor. Kahire'nin karışık bir caddesinde aniden, bir anda karşılaşıyoruz onunla. O kadar uysal ve o kadar sakin görünüyor ki bana, bir erkekle kadının bakışları gibi bir titreşim oluyor aramızda. Farkeden oldumu diye bir bakışla çerçeveliyorum etrafımı.

    Eski Mısır'lıların "Hapi" diye adlandırdıkları bu kutsal ve bereketli suyun üzerindeki Abou Zeid diye adlandırılan bölgede Fish Boat adlı bir tekne de yediğimiz öyle yemeğinin baharatlı ve aromatik kokusu, yemek sonrası teknenin üzerinde verilen pozlarla Nil bütün ihtişamı ve mavinin ve yeşilin binbir rengi ile giriyor hayatıma. Ekvatorun güneyinden doğup, kuzeyine doğru sürdürdüğü amansız yolculuğunda, Afrikayı boydan boya katederken, Kahire'ye öncelik ve ayrıcalık sunuşunu ayrımsıyorum. Uruguay'da başlayıp, Akdenizde sonlanan bu akışta, tarihe, yüzyıllara, yaşamlara ve canlılara tanıklık ediyor. Mısır'da insanların % 4'ü Nil'in kenarında geri kalan % 96 lık kısım ise diğer bölgelerde yaşamını devam ettirirken, o daha bünlerce yıl devam edecek bereket saçmaya.

    Uçaktan ilk gördüğümde bu koca nehiri, bir an yükselip, uçağımızı tıpkı bir yılanın ağaca dolanışı gibi sarmayalacağı fantazisi ile üreperiyorum. Kahirenin üzerinde uçmaya başladığımızdan andan itibaren, girdiğim bu esrarlı, egzotik yolculuktaki rolüme hemen alışıyorum. Burada herşey heyecanlı, sonu gelmez bir rüya gibi. Ve ben bir rüyadaydım. Uyandım şimdi. Ama rüyadan bana kalan heyecan, hala kalbimi deli deli çarptırmakta. Aklımda, piramitlerde karşılaştığım ama dokunamadığım o genç adam ile belki bir gün yine gelip, yeniden karışacağım bu esrarlı yaşamın kollarında. Kimbilir, belki bir gün....

    Şimdi, salonumdaki dolabın üzerinde, sessizce, elindeki asası ile nöbet tutan çakal başlı nöbetçi ile arada bir bakışıp gülümsüyoruz birbirimize. Arkamı döndüğüm vakit, arada bir kımıldıyor gibi geliyor bana. Dik durmaktan yorulan boynunu, iki yana eğerek çıtırdattığı hissediyorum. Artık bizi bekleyecek, bizi koruyacak kötü ruhlardan. Şimdi daha rahat uyuyorum.

    Demet Esrefoglu Vardar
    Mayıs 2003

 
 

Bu site Lidya.Net tarafından hazırlanmış ve yayınlanmaktadır © 1998-2012. Bu sitede yayınlanan yazılar, kaynak ve yazarı belirtilmek kaydıyla kullanılabilir.
İçerik sağlayıcı paylaşım sitesi olarak hizmet veren AnneCocuk.com adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K' nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan ve yazdıkları yazılardan kendileri sorumludur.
AnneCocuk.com ile ilgili yapılacak tüm hukuksal şikayetler iletişim linkinden iletişime geçildikten sonra en geç 2 (iki) gün içerisinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde tarafımızca incelenerek, gereken işlemler yapılacak ve size geri dönüş yapılacaktır.